Sevag Şahin Balıkçı, 2011 yılında, askerlik yaptığı Batman’ın Kozluk ilçesinde jandarma er Kıvanç Ağaoğlu tarafından öldürüldü. İşlenen cinayetle ilgili ilk günlerde kaza olduğu üzerine görüşler ortaya atılsa da, süreç ve geldiğimiz nokta alışıldık bir spekülasyondan öteye taşıyamadı davayı. Şubat ayında görülen sondan bir önceki duruşmada mahkeme heyeti mütalaasını kaza yönünde beyan etti. 26 Mart’taki duruşmada da olayın kaza olduğu karara bağlandı. Sonuç olarak, Sevag Şahin Balıkçı’yı öldüren Kıvanç Ağaoğlu’na 4 yıl 5 ay 10 gün ceza verildi. Karar Askerî Yargıtay’ca onanırsa, Ağaoğlu’nun tutuklu kaldığı 3 aylık süre de düşülerek 1 yıl 9 ayda açık cezaevinde infazı tamamlanacak. Ondan sonrası Allah kerim…
Buraya kadarki ayrıntılar benzeri davalarla benzerlikler teşkil ettiğinden sonuç şaşırtıcı değil. Asker ölümlerinin had safaya ulaştığını, bu askerlerin çoğunun Kürt, Alevî ve Ermeni olduğunu düşünecek olursak, orana vurduğumuzda öldürülen Ermeni asker sayısı diğerlerinin yanında düşük kalıyor. Amma velakin her ölüm toplumlar nezdinde bugünü öldürürken geçmiş ölüleri de yerlerinden kaldırıyor. Öte yandan, bu ölümlere kaza süsü verildiğinden çoğunda öldüren ceza almıyor. Bu anlamda Sevag diğerlerine göre daha “şanslı”.
“Şanslı” diyorum, çünkü Sevag 24 Nisan 1915 Ermeni soykırımı anma gününde öldürüldü. Aynı gün yüz yılda bir aynı güne denk gelen Paskalya Bayramı’ydı ve annesi ona çörek yollamıştı. Bu bilgiler ışığında bunun ırkçı bir cinayet olacağına dair bir tarih ve kışla arkadaşlarının ağzından Kıvanç Ağaoğlu’nun Sevag’a sarfettiği cümleler kaldı.
“Vururum seni tombul!”
“Bu yediğin son Paskalya çöreği olacak!”
Gerçekten de öyle oldu. Sevag’ın çöreği yiyip yemediğini bilmiyorum, ama Sevag’ın gördüğü son çörekler, annesi Ani Balıkçı’nın elleriyle oğluna yolladığı çöreklerdi.
Ya da “Ermenistan’la aramızda savaş çıkarsa ilk seni vururuz…” türünden cümleler. Bu tür cümleler sık sık sarfedildiğinden hepimizin bir nebze aşinalığı var. Gündelik yaşamda tohumdan, dölden beslenen bir dolu deyim gerektiği zamanlarda hitabeti şekillendiriyor.
Mahkeme bir karar aldı, ama olay aydınlatılamadı. Çıkan sonuç aileyi ve kamuoyunu tatmin etmediği gibi, bunun ırkçı bir saldırı olmadığına inanmamız istendi. Keşke her şey aydınlatılabilseydi de bunun böyle olmadığına başta ailesi olmak üzere kamuoyu inanabilseydi.
Bütün bunlar, 26 Mart’tan önce katıldığım son üç duruşmadan zihnimde asılı kalanlar. Birçok kez yazmayı denedim, ama hem mahkemenin sürüyor olması hem de kimliğimden dolayı objektif bir bakış açısından uzaklaşacağım tereddüdüyle yazmadım. Ayrıca, karşı tarafın “katilin psikolojisi bozuluyor” diye istediği basın yasağını göz önünde bulundurarak, bu talebi mahkemenin reddetmesine rağmen, onun psikolojisini daha fazla bozmamak için yazmadım…
Şimdiye kadar anlattığım her şey sürece yönelik iki tarafın savunucuları tarafından bir tarafın yenilgisiyle sonuçlanacak, çok da vakıf olmadığım hukukî dilden cımbızladıklarım. Ama beni asıl ilgilendiren, bunun ırkçı bir cinayet olmadığına dair yaratılan söylemin o küçücük salonda nasıl vücut bulduğu meselesi. Ermeniler üzerinden yüz yıldır üretilen Türk resmî söyleminin o salonu nasıl tütsülediğine dair gözlemler…
İlk defa böyle bir mahkemeye katıldım ve ilk defa bir katillle aynı salonda bulundum. İlkinde, aramızda bir sıra vardı ve katilin ensesiyle burun burunaydım. Mahkeme devam ederken bu duyguyu kendi içimde çözümlemeye çalıştım. Ani Balıkçı kaçacak bir delik olmadığından katille göz göze gelmemek için sandalyesini duvara çevirip oturuyordu. Baba Garbis Balıkçı ise yaşayan bir ölüden farksızdı. Zaman zaman mahkeme heyetinin –anladığım kadarıyla başından beridir söylenegelen- “ikisi de bu vatanın çocukları” söylemi havada asılı duruyordu. İçerdeki ortam daha çok hesaplaşılmamış bir tarihin dört duvar içindeki yansımalarıyla doluydu. Maktûlün ve katilin vasıfları ve konumları ne olursa olsun, askerî veya sivil bir mahkemede, hukukun hakkaniyetle yerine getirilmesi beklenir elbette. Oysa ki, adalet dediğimiz şey doğruyu içine hapseden iyileştirici bir yemiş gibi duruyordu o salonda. Sırrının gizli olduğu iç çekirdeğe ulaşmak çoğu zaman imkânsız. Hakkaniyet de bu çekirdeğin içinde kilitli.
İki sırada hepi topu yirmi kişinin sığabildiği duruşma salonunda katil dışında karşı tarafın avukatıyla ve tabii ki heyetle göz göze geldiğimiz zamanlar oldu. O kesif bakışları isimlendirecek cümleyi bulmakta zorlandı zihnim. “Allah belânızı versin, kurtulamadık, ölünüz bile başa belâ” der gibi bakıyorlardı. Avukatın, zaman zaman katilin yüzündeki tebessüm elbette irkilticiydi. Elbette belâ; geçmiş ölüler ensenizdeyken yeni ölülerle nasıl başedeceğinizi bilebilmek, bir meziyetten öte, vicdanî bir iç sorgulamayı gerektirir. Bu iç sorgulamanın çıkışsız olduğu yerlerde de bakışlar karşıdakine o mahkeme salonunda olduğu gibi nefret kusar. Orada bize ve katilin avukatına ve hatta katile nasıl baktıklarını gördüm. Bize nefretle bakan bazı savcı ve yargıçlar konuşma sırası onlara geldiğinde bakışlarını yumuşatıyorlardı. Peki, bu ne anlama gelir?
“Geçmişte benim babam senin babanı öldürmüşse, sen ‘öldürmedi’ diyene kadar seni öldürmeye devam edeceğim.” Hesaplaşılmayan tarih sürekli katil üretiyor. Bir katille kardeş olmayı kabul ettiğinizde, onun öldürdüğünü temizlemek de size düşer. Aracınız her ne olursa olsun, ister hukuk, ister başka bir şey… Bir taraf öldürürken karşı taraf da ona kendisini öldürdüğünü geniş zamanlı bir hafızanın diliyle sürekli hatırlatır. Öldüren taraf, hafızayı öldüremediği gibi, onun geleceğe aktarılmasında da taşıyıcı rol oynar. Bundan kurtuluş yok. Nasıl ki, Hrant’a sıkılan kurşun bir topluma sıkılmışsa, yüz yıllık bir hafızanın acısı bu şekilde tekrar görünür kılınmışsa geniş toplum içerisinde, Sevag’a sıkılan kurşun da kendi 20’li yaş kuşaktaşları arasında bir farkındalık yaratmıştır. Her ne kadar bu toplumda yaşayan Sevag gibi, Hıristiyan azınlığa mensup çocukların birçoğu apolitik olsalar da… Sevag da diğerleri gibi apolitik çocuklardan biriydi. Ağaoğlu’nun tetiği kendisine doğrulttuğunda sarfettiği söylenen “yapma abi” ilenmesi, iki yıllık dava sürecinde bütün delilleri karartacak denli güçlü bir “abi” nüfuzuna sahip olduğunu gösteriyor katilin. Ona sahip çıkan başka abiler, diğer abileri gölgeye çektiler. Bilindiği üzere, abilik bu ülkenin kadim müesseselerinden biridir.
Aşağılayan bakışlar altında yankılanan en güçlü cümle ise, sürekli tekrarlanan er Şevag Şahin Balıkçı’nın da, katil jandarma er Kıvanç Ağaoğlu gibi bu vatanın evladı olduğuydu. Peki ya hangisi gerçek evlattı? Bu sorunun yanıtı malûm.
Resmî söylem bize ilkokuldan itibaren aramızdaki küslüğün dış mihrakların oyunu olduğunu empoze edip durdu; ülkede azınlıklara karşı vuku bulan her olay dış mihrakların işiydi, yani ithaldi. Peki o zaman, her türlü olayın müsebbibi olarak dış mihrakları göstermekte ustalaşmış bir devlet, işlenen cinayetlerde niye katil babalığına soyunuyor? Bu yapı, bunun görünür olduğunun farkında değil mi?
Devlet “bizim çocuk yapmıştır” türünden sırt sıvazlamalar eşliğinde verdiği sözüm ona cezalarla safını belli etmekle kalmıyor, bu ülkede Kürt, Alevî, Rum, Yahudi ve Ermenilere karşı faşizan yaklaşımın suyunu her dem sıcak tutuyor. Devlet bu tür durumlarda çocuklarını aklamakla, yetişmekte olan vatan evlatlarına, ileride onları koruyup kollayacağının da teminatını vermiş oluyor. Ne mutlu o çocuklara! Uğruna cinayet işleyebilecekleri bir vatanları, onları seven bir devletleri var. Abiler ve kardeşler…
O mahkeme salonu, o atmosfer, atılan keskin bakışlar ve sonuç… Tüm bunlar söz konusuyken bu davanın başka türlü sonuçlanacağını düşünmemiz beklenmiyordu zaten. Aslında, kararın ne olduğuyla çok ilgili değilim. Dediğim gibi, bu beklediğim bir sonuçtu. Mesele bundan sonraki süreçte, gömlek değiştirerek içinden demokrasi çıkarmaya çalışan Türkiye’de, bu tür cinayetlerin hayırlara vesile olmasıdır. Hukukun kendine şekil şemal vermesidir. Sonuç itibariyle, dediğim gibi, abilik Türkiye’nin önemli bir müessesesi. Katıldığım üçüncü duruşmada, katilin ensesine bakarken, bazıları ensesinden vurulurken bazılarının ensesinin nasıl kalınlaştığını düşündüm. O mahkeme salonunda iki tetikçi vardı. Biri silahı ateşleyen, katil tetikçi, Kıvanç Ağaoğlu. Diğeri de devletin tetikçisi, hukuk…
Kaynak: birdirbir.org