Pavuryalar ilk kez bu yıl dört yaşında okula başladılar, yani anaokuluna. Yaşıtları neredeyse iki yaşında başlamışlardı kreşe. Biz bu zamana kadar dayandık. İyi mi, kötü mü ettik, bilmem ama bize göre iyi oldu. Yaşadıklarımız buna işaret ediyor.
Bu ay ilk karnelerle karşılaştık. Çok heyecanlıydım ben. Sanırım evimizdeki en acayip heyecanı ben yaşadım. Pavuryalar da çok heyecanlansınlar istedim, çabaladım ama yok olmadı. Onlara tatili bile çok zor anlattık.
İlk hafta neredeyse her sabah ‘’Bugün de okula gitmeyeceksiniz’’ dedim, onlar ‘’Nedeeeeen?’’ diye sordular, anlattım…
Havaların soğukluğu dışarıya çıkmamızı biraz zorlaştırdı zira tam okulun son günü ikisi de beta olduğundan bir süre ilaç tedavisi ile birlikte evde olmamız gerekiyordu.
İlaçlarının bitmesine yakın aklıma geleni yapmaya karar verdim. Evde sürekli hareket, bereket vardı. Sürekli sakin olmaları konusunda saçma bir ikna etme sürecine girdiğimi fark ettim. Çocuktu onlar ve tabii ki yerlerinde durmayacaklardı. Dedim ya dört buçuk yaşındalar ve yerlerinde duramıyorlar.
İlk birkaç gün çim kafalarla oynayarak geçirdiler. Onların sorumluluğunda çimlerin çıkışını takip etmelerini, sulama konusunda imtina etmelerini izlemek harikulade bir duyguydu. Hala evde çim kafalar, Aykız’a da yaradı hem. Çimleri kesmemize gerek kalmıyor canımız biricik kedimiz Aykız titizlikle yiyor çimleri.
Bundan sonrası için benim iki yolum vardı, ya Ankara’ya anane ve dedeye ya da Bursa’ya babaanneye gitmek. Şahane olacaktı ama iki çocukla uzun yol tecrübem hiç yoktu, baba bizimle gelemezdi. Serdar dergici ve onun tam da dergi için gece gündüz çalışma zamanı olduğundan bizimle gelmesi gerçekten mümkün değil. Başarabilirdim. Neler başardım ben.
‘’Nasıl olur’’ dediler. ‘’Olur, olur’’ dedim.
Ankara’ya yolculuk otobüsle altı saat sürüyor. Servisle Alibeyköy’e gitmek, otobüsün kalkış saatini beklemek, yolculuk için altı saat, AŞTİ’den anneanneye giden çetrefilli yol ve mesafesi de cabası. Bursa’ya yolculuk daha mantıklıydı ilk yolculuk için. Kabataş’tan deniz otobüsüyle bir saat elli dakika sonra Bursa’da olmak daha efektif geldi veeeee biletleri aldık.
Öğlen on ikide hareket edeceğiz. Pavuryalar çok sevinçli ve heyecanlı. Herkes kendi sırt çantasını hazırladı. Tamam, tabii ki onlara yardım ettim ama gerçekten çoğunu onlar hazırladı.
Bana da sözler verdiler;
– Anneeee seni hiç üzmiiicez.
– Anneeee sen ne dersen yapıcaaaaz.
– Her şeyi yiiicez.
– Erkenden yatıcaaaaz.
– Babaannemizi de üzmiiiceeez…
Pek öyle olmayacaktı, biliyorum ama çok güzeldi zira bu sözleri kendileri akıl edip verdiler, varsın hepsini her zaman tutamamış olsunlar.
Yola çıkma zamanı. Biraz endişeliyim. Huysuzluk yaparlar mı diye düşünmeden çıktık evden. Öce taksiye binip doğru Kabataş’a gittik, orada biletlerimizi alıp beklemeye koyulduk. Aman yarappiiii çok acayip, pavuryalar sanırsınız dört buçuk değil de on iki yaşındalar. Şahane bekliyorlar yanımda. Yaramazlık yok, kavga yok, bağırış çağırış yok…
Üçümüz de kaplumbağalar gibiyiz, çantalarımız sırtımızda, gülümsememiz yüzümüzde, heyecanımız yüreğimizde… Bizi süzen ve gülümseyen yüzlere içtenlikle karşılık veriyoruz. Bekle bizi Bursa, geliyoruuuz derken bir anons; ‘’Denizde aşırı dalga olduğundan yolcularımızın önlem almalarını titizlikle rica ederiz’’
‘’Hah, dedim, şahane’’
Sonra dedim ki; ‘’Aman boşver Ferhan, her şey olacağına varır. Alt tarafı çok mideleri bulanırsa kusarlar. Hiç mi kusmadılar?’’ Problem yoktu bize göre. Gittik oturduk yerimize. Kitap, kraker, su her şeyimiz vardı çok şükür. Koltuklarımız harika yerdeydi, önümüz açıktı. Başlasın yolculuk hayde!
Başladı yolculuk, önce iyice incelediler deniz otobüsünü, sonra başladılar sorulara:
– Bu kadar insan niye Bursa’ya gidiyor? Onlar da mı babaanneme gidiyor?
– Bu kadar insan bu gemiye nasıl sığıyor?
– Bu çocukların da babaları çalışıyor di mi anneee?
– Mayolarımızı aldın mı?
– Göle de gidecek miyiz?
Bir on dakika geçti ki servis görevlisi kağıt torbalar dağıtmaya başladı. Bize de hayli fazla vermesi de çok manidardı. Bade ve Barış neden bunları dağıttıklarını sordular elbette ama ben korkup onları şartlamamak için geçiştirdim. İhtiyacımız olur diye dedim sadece. Üstüne soru sormadılar iyi ki.
Veeee işte dalgalar! Bir o yana, bir bu yana. Bir oyun tutturduk üçümüz, çok eğlendik. Kraker yedik, müzik dinledik. Dalgaları seyrettik ve hooop diye yolculuk bitti. İnerken de genç bir kızın yardımıyla indik deniz otobüsünden.
Babaanne karşılamaya gelmiş, yaşasın! Atladılar kadıncağızın boynuna. Başladılar anlatmaya. Zor bindik arabaya billa. Eve gidene kadar susmadan yolculuğumuzu anlattılar. ‘’Yine gelelim anne, hep gelelim. Anneanneye ve dedeye de gidelim, her yere gidelim. Bak ne güzel geldik beraber di mi anneeee?’’
Bana gelince korku ve endişeyle başladığım yolculuğu eğlenerek bitirdim. Başardım yani. Belki dersiniz ki ‘’Ne var canım bunda, alt tarafı yolculuk. İki çocuk olsa ne, tek çocuk olsa ne?’’ Yok demeyin öyle. Öyle olmuyormuş. Ele avuca sığmaz dört buçuk yaşında iki pavurya ile yolculuk sırasında neler yaşarım hayal edemedim. Evet, İstanbul’da ben ve onlar çok yolculuk yaptık, her yere gittik, her yerde kaldık, uzun yol, kısa mesafe fark etmedi.
Sinemaya, tiyatroya, pazara, deniz kenarına gittik sadece üçümüz. Uzun yürüyüşler de yaptık, yandaki parka da bolca gittik. Yok aynı şey değilmiş. Şehirden arabasız, baba yanımızda yokken ve pavuryalarla ben yalnız olarak yolculuk yapmak acayip bir duyguymuş. On gün sonra İstanbul’a döneceğimizi bile bile içimdeki ‘’Acaba nasıl olacak, hasta olmazlar işşallaa, arıza çıkmaz umarım…’’ seslerini susturamamıştım önceleri. Şimdi geçti.
Her yere yolculuk yapabiliriz sanki. Göreceğiz… Elbette ailecek yaptığımız yolculuklar gibi olmuyor, çok net. Onun yeri apayrı, yaşananların tadı, tuzu çok farklı ve paha biçilemez.
Heeeey ahali… Tamam zor oluyormuş ama çok güzel oluyormuş. Korkmayın, çekinmeyin. Uzun yola da küçük çocuk(lar)la yalnız yolculuk yapılabiliyor. Bilgi kesindir. Sonuç harikadır.
Yaşasın baĞzı duygular…
Mis günler dilerim.