Gezi Parkı’nın ilk günlerinde, ofisin Park’a yakınlığı sebebiyle öğlenleri gidebildim. İlk gün çadır kuranların talepleri çok makul ve anlaşılırdı: Buraya yapılacak şeyin mahiyeti belli değil ve bu belirsizliğin içinde ağaçlar kesiliyor. Gezi Parkı’nın içinden, daha evvel çok az geçmişim meğer, eylemcileri ararken fark ettim. Alıkça bir şey de yaptım; orada birikmiş polis kalabalığına (henüz eylemcilerle polis hiç karşı karşıya gelmemişti) “Çadırlar nerede acaba?” diye sordum. “Biz de oraya gidiyoruz, şu aşağıdalar” dedi içlerinden bir tanesi, sinirli sinirli. Eyvallah ile gittim. Hep söyleniyor ya, hakikaten “bir avuç” insan vardı. Sonrasını herkes, tedrici olarak bir şekilde izledi. Üzerine de çok yazıldı, çok konuşuldu. Ben şimdi başka bir şey anlatacağım.
Gezi Parkı’nın nasıl bir “yoldaşlık” yarattığını Park’a her giden ya da uzaktan izleyen herkes görüyor. Fotoğraflar, videolar, oldukça yaratıcı ve “orantısız zekâ”nın kullanıldığı yazılamalar… Fakat asıl önemlisi, sahici bir muhabbetin olması. Birbirine çarpan insanların (dikkatinizi çekerim, bu insanlar “metrobüs” garabetinin mevcut olduğu şehirde yaşıyorlar) bilaistisna dönüp özür dilediği, gaza maruz kalınan her yerde elinde solüsyonlarla dolaşanların “iyi misiniz?” diye sorduğu, yaralıların müthiş bir dayanışmayla taşındığı, Park’ın içindeki çoğu şeyin bölüşüldüğü bir zaman. “Hayaldi, gerçek oldu” demek de mümkün aslında.
4 Haziran Salı günü, twitter’da #gezikütüphanesi yazıldı. Henüz öğlen saatleriydi. Zaten gezici bir kütüphane vardı; insanlar “neden olmasın?” demeye başladı. Bir anda yayınevlerinden “Varım” tweetleri akmaya başladı. Akşam ofisten çıkarken elimde birkaç kitapla Park’a yollandım ve kafamda şöyle bir fotoğraf vardı: Çadırların orada bir masa olacak, o masanın üzerinde kitap istifleri olacak, isteyen de gelip alacak. Alana ulaştığımda gördüğüm şey çok acayipti. Birbirini tanımayan insanlar yan yana gelmiş, başlarında onları yönlendiren biriyle taş taşıyorlar ve basbayağı bir kütüphane inşa ediyorlardı. İlk kitaplar yerleştirilmişti bile. Kütüphanenin adı bulunmuş, bazı sözler yazılmış, “tasnif etsek mi?” sorusu bile gündeme gelmişti. Hiç tanımadığım insanlarla kütüphanenin önünde bir kaide oluşturmak için taş taşımaya başladık. “Bir müteahhit aranıyor”a cevaben, “Müteahhidin ne işi var burada?” denilen bir mesai böylece başlamış oldu. Yavaş yavaş insanlar toplanmaya başladı. Birkaç saat önce “neden olmasın?” denen şeyin, müthiş bir dayanışmayla oluvermesi gerçekten çok acayipti. İkidir “acayip” diyorum ama hakikaten başka kelimeye de başvurasım yok.
Süreyyya Evren’in güzel kızı Ada’nın en büyük “aktivist” olduğu bu kütüphane, benim için biraz da “Ada Kütüphanesi”. Bu teklifimi Ada’ya da sundum; “Hayır, ben sadece resimleri yapıyorum. Benim adım olmasın.” dedi. Gözleri falan doluyor insanın böyle. Zaten biber gazı denen hadise bol bol göz yaşartıyor.
Kütüphaneye uzun bir yol izleyerek, iki kişinin elinden gelen deftere bir şeyler yazarken artık hava kararmıştı. İçerisi kitap dolmuştu, “gittiğimiz her yeri kendimize benzetmiştik” bir arkadaşımızın dediği gibi. Kitaba, söze, edebiyata, şiire hürmet aşka hürmettir çünkü. Aşk, yeri gelir bir memleketin tamamına “hop” der. Hop! Ağır ol bay düzyazı. Türkiye’de bir şiir yazılıyor.