Vedat Öztan’ın, eğitimin bir tüketici talebi olarak görülmesinin yanlışlığını yazmış. t24.com‘dan alıntılıyoruz…
Andreas Schleicher; OECD’de Eğitim Direktör Yardımcısı, OECD Genel Sekreteri Eğitim Politikası Özel Danışmanı, fizik, matematik ve istatistik eğitimi almış bir Alman’dır. OECD tarafından üç yılda bir yapılan Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PISA) sınavları ve her yıl yayımlanan “Bir Bakışta Eğitim” adlı OECD raporunun arkasındaki en önemli isimdir.
Önceki gün The New York Times’da Andreas Schleicher’le yapılmış bir röportaj okudum. “Eğitimde Ülkelerin Başarılarının Karşılaştırılması” başlıklı röportajı D.D. Guttenplan yapmış. Çarpıcı bulduğum hususları mealen özetliyorum.
“PISA sınavları ve Bir Bakışta Eğitim raporuyla amaçladığımız şey, eğitimin değerlendirilmesi için sağlam bir enstrüman geliştirmekti. Eğitim, ideolojilerin hakimiyeti altında kalmış bir alan. Yaptığımız şey, politik keyfiyeti sınırladı. PISA ve rapor, neyin imkan dahilinde olduğunu gösteriyor. Sonuçlara bakarak ve raporu okuyarak, sizin yapamadığınızı başarmış birçok ülke görebiliyorsunuz. PISA sonuçları ve rapor, ‘yapacak birşey yok’ diyenlerin mazeretlerini ellerinden aldı.
Kendinize şu soruyu sorabilirsiniz: Sahip olduğum sistemden daha başarılısını nasıl yapabilirim? Neyi farklı yapabilirim? Dünyayı bu anlamda bir labaratuvar gibi düşünebilirsiniz.
Eğitim, çok içe dönük bir iştir. Okulların, diğer okullarda neler yapıldığına bakma eğilimleri yoktur. Sınıflarda öğretmenler izoledir. Eğitim sistemleri, doğal bir eğilim olarak diğerlerinden öğrenme geleneğine sahip değildir.
Bu çalışmadan şunu öğrendik: Eğitimde kalite ve eşitlik, biribirinin karşıtı olan politika amaçları değildir. Bazıları şöyle düşünür: Eğitimde mükemmelliği istiyorsanız eşitsizliği kabullenmek zorundasınız. Bazıları da şöyle der: Eşitliğe odaklanırsan sıradanlıkla karşılaşırsın. Oysa çalışmalarımız bize şunu gösterdi: Başarı herkes için değil, ama çoğunluk için mükemele ulaşmakla ilgilidir. Bu, eğitim teorisinin ilan etmediği, fakat ulaşılabilir bir amaçtır. Bunu, işin başında biz de varsaymamıştık. Ancak PISA’nın açık sonucu budur.
Bir başka örnek: Sosyal arka planın (background) öğrenme üzerindeki etkileri kaçınılmaz değildir. Soyal arka planın etkisini azaltmakta başarılı olmuş birçok ülke vardır. Soru: Peki ABD bunlardan birisi midir? Cevap: Mesleki literatürün çoğu, İngilizce konuşulan dünyadan çıkar. Ama mesela, Finlandiya’da okullar arasında sadece yüzde 5’lik bir performans farkı vardır. Bu düşük fark, en fazla İngilizce konuşulan bu dünyayı düşündürmüştür. Finlandiya’da her okul başarılıdır. Biri diğerinin pahasına değil üstelik.
Bir başka ilginç sonuç daha var. Eğitimde piyasa mekanizmalarını düşündüğümüz zaman aklımıza tüketici talebi gelir. Bu, tamamıyla toplumsal bir tercihle ilgilidir. Şangay’a bakın. Orada da piyasa mekanizmalarına inanılır. Ancak Şangay tamamıyla farklı bir stratejiye sahiptir. Mekanizmalar talep tarafından değil, arz tarafından çalışır. Şangay en yetenekli öğretmenleri en zorlu sınıflara çekebilmek ve en zor okullarda en iyi uygulamalar yaratabilmek için teşvik unsurları geliştirmiştir. Felsefe aynı, ama piyasa mekanizmaları farklı. Ancak soruna farklı bu yaklaşım sayesinde, eğitimsel sonuçlarda kayda değer bir başarı elde edilmiştir.
Mesela hesap verilebilirliği düşünün. Batı’da biz şöyle düşünürüz: Öğrencilerini sınava tabi tutacağım. Eğer sonuçlar kötüyse korkunç şeyler olur. Sonuçlar iyiyse sana daha fazla maaş veririm. Mesela Finlandiya’ya bakın. Hesap verme mekanizmaları çok daha güçlü. Ama dikey değil yanal (laterally) çalışıyor. Finlandiya’da veya Japonya’da, emsaliniz öğretmenlerle emsaliniz okullarda çalışıyor ve sistemde denkler arasında hesap verilebilirliği inşa ediyorsunuz. Japonya’da öğretmenler ders planlarını hazırlamak için birlikte çalışırlar. Dersleri yapar ve sonuçları birlikte değerlendirirler. Bu, uygulamada çok güçlü bir sorumluluk duygusu yaratır. Bu duygu da öğretmen olarak üzerinizde çok daha fazla etki yapar. Eğer okulunuzdaki her öğretmen sizin yaptığınız şeyi iyi ya da kötü yaptığınızı bilirse, bunun etkisi bazı sınav sonuçlarını açıklamaktan çok daha fazla olur.
Geçmişte, öğrencilerin öğrendiklerini yaşam boyu unutmayacakları varsayılırdı. Bu nedenle eğitimin odağı öğrencinin bilişsel yeteneklerini artırmak üzerineydi. Bilgi ekonomisinde artık dikkate alınan şey düşünmenin yolları, öğrenmenin yolları, çalışma araçları oldu. İşte bu nedenle çok iyi öğretmenlere ihtiyaç var. Hiçbir eğitim sistemi, öğretmenlerinden daha iyi olamaz.
Her şey eşitken daha küçük sınıflar elbette daha iyidir. Eğer harcayacağınız 1 dolar fazla paranız varsa, bunu daha geniş bir sınıf yerine, daha iyi bir öğretmene harcamalısınız.”
Evet, söylenenler gerçekten ilham verici.
Aklıma Aydın İl Milli Eğitim (eski) Müdürü Ertuğrul Dindar geldi. Dindar, bana göre iki şey yaparak 2009 yılında Aydın’ı ve daha öncesinde de görev yaptığı Denizli ve Eskişehir’i üniversite seçme sınavlarında ilk sıralara taşımıştı. 1) Doktorlarla görüşerek öğretmen ve öğrencilere gereksiz yere rapor vermeyi engellemek. 2) Müdürlerden her sınav sonrası öğretmenlerden sınav sonuçlarına ilişkin değerlendirme almalarını istemek ve bir çeşit grup halinde çalışma ve karşılaştırma sistemi geliştirmek.
Konuyu bağlayalım: Önce Doğan Akın’ın Ertuğrul Dindar ile ilgili “GERÇEK BİR KAHRAMAN” başlıklı yazısını, sonra da şu linkten Ertuğrul Dindar’ın başına gelenleri, alttaki haber yorumlarıyla birlikte okuyun.
Kaynak: t24.com