Geçen hafta listenin ilk üç filmiyle başlamıştık, devam ediyoruz. Annem Bir Dinozor’un ardından ailece yine detoksa ihtiyaç duymuş olabilirsiniz. Bu haftaki listede yer alan üç film, özellikle enerji içeceğiyle yıkanmış gibi duran hiperaktif animasyonların akabinde bünyeye daha da iyi geliyor.

Önemli not: Yazıda bahsi geçen filmlerin içeriği 10 yaşından küçük çocuklar için uygun olmayabilir.

Balinanın Sırtında / Whale Rider

Sinemada nadiren karşımıza çıkan Māorileri erkek egemen ve şiddete meyilli bir toplum olarak anımsıyor olabilirsiniz. Bu kez onların hiç gün ışığına çıkmamış bir karakteristiğini öğreniyoruz: Balinalar karaya vurduğunda ağlayan bir ulus olduklarını… Bir edebiyat uyarlaması olan filmin en etkileyici yanı, mitolojik öğeleri gerçek dünyayla harmanlamadaki şiirsel inceliği. Māoriler, örf ve adetlerine sahip çıkmakla övünüyorlar, modern yaşamın içinde umarsızlık çarkına kapılmayı reddediyorlar. Ne var ki, bunu yaparken katı tutumlarıyla kız çocuklarını çok küçük yaştan itibaren değersizlik hissiyle kuşatıldıkları bir çevrede büyütüyorlar.

Erkek torununu kaybettiği için mütemadiyen öfkeli büyük babasına yeni şef olabileceğini kabul ettirmeye çalışan 11 yaşındaki kız çocuğu Paikea’nın mücadelesi de bu değersizlik hissini kırması, bir birey olarak kendini kabul ettirmesi üzerine kurulu. İlk başlarda aklı karışık, ne de olsa bir erkek ismi verilmiş ona. Ailenin sahip olamadığı erkek çocuğun eksikliğini gidermek için didiniyor bir süre. Ne zaman ki kendi kimliğiyle, kişiliğiyle ve şefkat talebiyle ayağa kalkıyor, o zaman hak ettiği gerçek değeri buluyor.

İnsan dişisini hor gören tüm ataerkil toplumlarda rastlanabilecek bu mücadelenin evrensel öyküsünü izlerken çoğu kez göz yaşlarına hakim olmak imkansız, ancak duygu sömürüsüne kalkışıldığı için değil de güzelliğinden, doğallığından ötürü. Kendisini adeta hırpalarcasına karakterini yaşayan küçük oyuncu Keisha Castle-Hughes, bu filmle Piyano’dan beri Oscar’a aday olabilen en genç aktris ünvanını almıştı.

İnsanlığımızdan utandığımız olaylarla dolu günümüzde, unutturulmaya çalışan bir duyguyu, bir dünya vatandaşı olmanın bilincini ve güzelliğini böylesine hissettiren bir filme minnetle yaklaşmamak imkansız.

Piller Dahil Değil / Batteries Not Included

Orta gelir seviyesinin altında yaşam mücadelesi veren bir grup apartman sakininin yaşadığı bina, kentsel dönüşüm kapsamında boşaltılmak ve yıkılmak isteniyor. Ama apartman sakinleri direniyor ve inşaat şirketi de onları yıldırmak için elinden geleni ardına koymuyor. Bu insanlar umutlarını yitirmek üzere ve adeta bir mucizeye ihtiyaçları var. Hikâye çok tanıdık geldi değil mi?

İşin içine yolunu kaybetmiş uzaylı minik robotlar karışınca o kadar tanıdık gelmeyecek. 1970’lerde New York ve Broooklyn çevresinde yaşanan kentsel dönüşümün yarattığı ‘yıkıcı’ dramlara fantastik bir yorumla yaklaşan film, evsiz kalan insanların tek ümidi olarak evsiz kalmış uzaylıları karşımıza getiriyor. İsveç çakısı gibi çalışan bu zeki robotlar, bir süre apartmanda gizli bir yaşam sürüyor, ama varlıkları keşfedilince etraflarındaki insanların hayatını kademeli biçimde değiştirmeye başlıyorlar.

Karşılıksız iyiliğin gücüne inanan, önyargıyı mayasına asla katmamış ve hâlâ bir benzeri bulunmayan yumuşacık filmlerden biri. Olağanüstü yaratıcı mekanik efektlerle kotarılmış UFO biçimli robotların bugüne dek oyuncağı falan da yapılmadı. Sırf bu yüzden bile Hollywood’un en dürüst ve tutarlı aile filmlerinden biri sayılabilir.

Sihirbaz / L’illusioniste

Hikâye, televizyonun ve rock yıldızlarının yükselişe geçip kitlesel eğlence anlayışına ağırlığını koymaya başladığı 60’larda geçiyor. Mesleğinin son temsilcilerinden biri olan yaşlı bir sihirbaz, şehir şehir dolaşarak seyircisini giderek yitirmiş hüzünlü salonlarda sanatını icra etmeye uğraşıyor. Gittiği şehirlerdeki vitrinleri dolduran yeni icat televizyona hiç yüz vermiyor. Doğru dürüst iş bulamamasının sebebi de, artık hiçbir şeye şaşırmayan bir avuç seyirciye gösteri sunmasının nedeni de televizyon. Yorgunluktan çoğu kez ölüyor, ama galiba mutlu.

Günümüz sinemasında gişe hasılatına odaklı animasyonların tamamen dışına çıkan işleriyle ünlü Fransız yönetmen Sylvain Chomet’in neredeyse sıfır diyalogla çektiği bu filmi, bazılarının iddia ettiğinin aksine, kuru kuruya sarfedilmiş bir “ah nerede o eski günler” nostaljisinden ibaret değil. Geçmişe saplanıp kalmışlığın sıkıcılığından ziyade, köhne otel odalarında kaderine terk edilmiş tüm sahne sanatçılarına bir ağıt yakıyor. Asla kaybolmasa da, insanların hatırlamakta güçlük çektiği bazı insani değerleri öne çıkarıyor.

Ağıt mağıt hemen gözünüz korkmasın. Tüm hüznüne karşın Chomet’in tüm karelerinden yaratıcı animasyonun enerjisi ve parıltısı taşıyor. Filmde birkaç saniyeliğine görünen yan karakterler bile birbirinden ilginç, komik, sevimli ve akılda kalıcı. Ortalıkta dolaşan her hayvanı, hatta haşereyi bile sihirbaza ait sanıp getiren temizlikçi; yüzünden düşen bin parça palyaço, selam sabahı eksik etmeyen üçüz akrobatlar ve niceleri. Köyden şehre iner inmez en lüks kıyafetlere ve yiyeceklere saldıran köylü kız, baş karakterlerden biri olmasına ve şehre bir lunapark naifliğiyle yaklaşmasına rağmen, bu karakterlerden en az ilginç olanı muhtemelen.

* Yazının son bölümü haftaya burada