Sevgili Bacaksız;
Biz de küçüktük Deniz Gezmiş ismini ilk duyduğumuzda. Devlet o gençleri asmıştı. Düşüncesi korkunç, yaşattığı acı tarifsiz ve durumun kendisi inanılmazdı, olamazdı. Devlet çocuk öldürmezdi. Büyüdükçe anladık ne yazık ki… Deniz’ler ne ilkti ne de son olacaktı. Adı terör oldu, adı darbe oldu, adı yanlışlık oldu, alınmayan önlemler oldu, deprem oldu adı, yoksulluk oldu, adı hayata dönüş oldu, intihar oldu adı, barış oldu, özgürlük oldu, adı isyan oldu, adı çernobil oldu, kanser oldu ve çocuklar, o bin bir emekle doğup büyüyen çocuklar yamalı ceketlerini bulutlara asıp birer birer yıldız oldular.
O yıldızlardan biri var ki gideli yedi sene olmuş ama tıpkı burada olduğu gibi yerinde duramıyor, kıpır kıpır. Bir baktı mı insanın içi ısınıyor, gözlerinin içinden onlarca çocukla birlikte bakıyor. Şair biraz, bu memlekette büyümüş çokça adam gibi futbolu seviyor, bordo mavi dedin mi akan sular duruyor. Kendi dilini konuşmayı, hatırlatmayı seviyor. Birarada yaşamı savunuyor. Soluduğu havaya, içtiği suya olan borcunu onları koruyarak ödüyor. Devrimci. “Bir şey ürettim ben, üç beş kişilik değil, sevgi denen şey herhalde. Bütün dünyanın, bütün toprakları hepimizindir. Bütün şarkılar, dünyadaki tüm insanlarındır, tüm topraklar da memleketimizdir.” diyor yüzünden eksik etmediği gülümsemesiyle. Saçları isyan rüzgarlarında dalgalanıyor çoğu zaman. Nerede, hangi direnişte, hangi şenlikte yardıma ihtiyaç varsa koşuyor, durdurabilene aşk olsun! En çok müzisyen, çokça müzisyen. Herşeyden önce insan olduğu gerçeğini unutmadan sanatını yapabilen azınlıktan. Başkalarının acısını yüreğinde hissedebilenlerden.
Onun sahnedeki coşkusunu göremeyeceğin için çok ama çok üzgünüm Bacaksız. Sahnede bir o yana bir bu yana pire gibi zıplarken, gömleği ter içinde kalmışken horon tepmekten vazgeçmeyen ve bir “Haydeeee”siyle on binlerce kişiyi ayağa kaldıran bu çocuğu sadece televizyondan göreceğin için çok üzgünüm. Nasıl anlatmalı ki sana? 20. yüzyıla gelmiş bir dünyanın orta yerinde bir “kaza” olur, yanı başımızda Ukrayna’da bir nükleer reaktörde patlama meydana gelir. Patlama sonucu oluşan radyoaktif bulutlar tüm dünyaya yayılırken bizi de es geçmez. Türk Tabipler Birliği’nin hazırladığı rapora göre 3 Mayıs 1986 Cumartesi günü Marmara’ya, 4-5 Mayıs günleri Batı Karadeniz’e, 6 Mayıs günü Çankırı üzerinden Sivas’a, 7-9 Mayıs tarihlerinde Trabzon-Hopa’ya ulaştığı, 10 gün sonra da tüm Türkiye’ye radyoaktif parçacıkların yayıldığı belirtilmekte. O günlerde barış isteyenler, tüm dünyada barışı savunanlar darbede asılıp kesilip cezaevlerine tıkılmışken, kanser yağmur olup üzerimize yağdı Bacaksız… İnkâr etmeye çalışıyorlar çünkü yeni nükleer santraller peşinde olanlar var. Kanma onlara.
Kazım Koyuncu bu topraklardan geçti, o bulutları soludu, o yağmurlarda top koşturdu, üzerine radyoaktif yağmurlar düşen çayları içti, fındıkları yedi. O otları yiyen ineciklerin sütünü içti. Çünkü birilerine göre önlem alınmasını gerektiren durum olmadı Bacaksız.
Kazım Koyuncu senin annenin babanın büyüklerinin sevdiği bir adamdı. Yaptığı müziğini sevsin sevmesin müziği yapan adamı severlerdi. O’nu tanı, O’nu bil. Sen daha doğmadan senin geleceğin için endişelenen bu çocuğu andığın her an gökyüzüne bak, mutlaka kıpır kıpır olan yıldızı göreceksin. Büyük ihtimalle kimsesiz kalmış, ezilmiş, ışığı sönmüş yıldızların yanındadır. Deniz’in, Mahir’in, İbo’nun yıldızının yanındadır. Bütün karanlıklar aydınlansın diye Uludere’nin, sınır boylarının üstünde ışıldar Kazım’ın yıldızı. Bazı akşamlar anasının yanındadır tüm çocuklar gibi. Ama yıldızlar konuşamaz, yıldızlar sarılamaz, yıldızlar şarkı söyleyemez. Yıldızlar biz bakmaya devam ettiğimiz sürece ışıldar.
Işığın bol olsun çok özlediğimiz, ışığın hiç bitmesin Kazım.
Haftanın Kitabı; Elveda Bay Muffin
Evet daha önce hiç başıma gelmedi ama bir çocuğa ölümü anlatmanın ne kadar zor ve hassas olduğunu sadece tahmin edebiliyorum. Kendi çocukluğumdan ölümle ilgili hatırladığım tek şey gömülmek ve ölüm arasında kurduğum bağ. 3,5 yaşımda anneannemle tanıştığım ölüm hakkındaki tek fikrim avuç avuç toprak yiyen insanların öldüğü ve yaşlanınca bunu yapmak isteyen insanların bilinçli bir tercih olarak toprak yemesiydi. Toprak yiyen toprak oluyordu işte. Basitti. Öyle sanmıştım.
Umarım ihtiyacınız olmaz. Ama hayatın en kötü sürprizi kapınıza dayanırsa bunu ufaklığa anlatmanız için bir yardımcınız var; Bay Muffin.
Elvada Bay Muffin, yedi yaşına gelmiş evcil bir kobay fare olan Bay Muffin’e veda etme vaktinin geldiğini oldukça dokunaklı bir biçimde anlatıyor. Sessizce aramızdan ayrılan Bay Muffin sevenleri tarafından unutulmayacak ve hep hatırlanacak. Ama nasıl? Pek çoklarından daha iyi ve mutlu bir hayatı olan Bay Muffin, eşi ve altı çocuğuyla mutlu bir hayat geçirmiştir. Dünyanın sonuna bir yolculuk bile gerçekleştiren bu aile gerçekten mutludur. Artık iyice yaşlanan Bay Muffin her salı posta kutusuna bir mektup alır. Bir dostluğu, bağlılığı anlatan bu mektuplar neyi anlatıyor? Bay Muffin hayata veda ederken arkasında neler bırakıyor? İncelikle anlatılıyor.
Sevgi dolu bu öykünün yazarı Ulf Nilsson. Kanat Kitap tarafından yayımlanan Elveda Bay Muffin’i resimleriyle canlandıran isim Anna Clara Tidholm. Türkçe’ye çeviren isim ise Ali Arda. 48 sayfa, kuşe kâğıt ve ciltli olarak hazırlanan bu kitap küçüklerin ölümü tarif etmelerine yardımcı olacaktır. Duygu yüklü bu öyküde siz de Bacaksız gibi muslukları açmaya hazır olun.
Gerçekleşemeyeceğini bilsem de bir dileğim var: Cem Karaca’nın sesi kulaklarımda çınlarken gözümün önünde Kazım, gözümün önünde niceleri gülümserken.. “Doğarken ağladı insan bu son olsun, bu son…”
harika bir yazı…kalemine sağlık Funda Demir!!!