Her gün sabah erkenden kalkardık, babam madende çalışmaya gitmeden önce kardeşimle ona “hoşçakal” derdik, el sallardık. Kardeşim benden iki yaş küçüktü, yedi yaşındaydı. Ah, adımı söylemeyi unuttum, ben Mahmut. Bu da küçük kardeşim, Ahmet. Onun giysilerini giymesine, yemeğini yemesine, okula hazırlanmasına hep yardım ediyorum. Yemeğinde, banyosunda, eğlencesinde… Her şeyini ben yapmak zorundayım.
Babam bize bakamıyor, en azından bu işte zorlanıyor. Dünyanın en iyi, hoşgörülü babalarından biri olsa da gelir durumumuz kısıtlı olduğu için hep kömür madenindeki zorlu ve tehlikeli işinde az maaş aldığı için fazla mesai yapmak zorunda.
Bazen babamın varlığından şüphe duyacak kadar az görüyorum onu. Annemiz ben iki yaşındayken, kardeşim doğduktan iki ay sonra öldü. Hastalıklar, Bağdat’ın sıcaklığında iyice ölümcül olabiliyordu, maddi sıkıntılar da eklenince… Ama bir gün var ki hayatımızı tamamıyla değiştirdi…
12 Şubat, MS. 1258…
O gün okul yoktu. Tatildi. Kötü bir şeylerin olacağını sabahtan sezmiştim. Saat sabah 10.oo iken kapı çaldı. Babamdı. İşte olması gerekiyordu, ama değildi. Çok telaşlıydı. Her yerinden ter akıyordu. Korkusu, büyük ve kahverengi gözlerinden anlaşılıyordu. Büyük ihtimalle koşarak eve yetişmeye çalışmıştı; çünkü ayakkabısına çamur bulaşmıştı, normalde hep kıyafetlerinin temizliğine dikkat ederdi. Yerdeki depo olarak kullandığımız tahta odacığa soktu bizi. Sessiz olmamızı söyledi. Kendi de başka bir noktaya saklandı.
Beş dakika sonra sokaktan çığlıklar geldi. 10 dakika sonra ise iki tane asker evimize girdi. Ellerinde kılıçlar vardı. Masaya baktılar, bronz veya gümüş olan her şeyi aldılar. Ardından takıların olduğu çekmeceye yöneldiler. Yanlarındaki çuval dolana kadar geri dönmeyeceklerdi anlaşılan. Masanın üzerinde duran bazı boya kalemlerini ve kardeşimin resimlerini yere döktüler. Kardeşim birden “Ama yesimleyime zayay veyiyoylayl” diye bağırdı (kardeşim “r” harfini söyleyemiyordu). Hemen elimle ağzını kapadım. Ama askerlerden biri bizi duymuştu. Kapıyı açtı ve orda duran iki küçük çocuğu, bizi buldu. Sırıtarak kılıcını havaya kaldırdı ve…
Babam bir anda çıkarak elindeki kazmayla adama vurdu! Adam kanlar içinde yerde yatıyordu. Hemen kardeşimin gözünü kapadım. Bize çatıya çıkmamızı ve buradan kaçmamızı söyledi. Kardeşimi tutup çatıya çıktım. Komşumuz bize merdiven olarak bir kalas uzattı. Her tarafta oklar uçuşuyordu. Birden evimizden bir çığlık sesi geldi. Geri dönüp bakamadım. Yüreğim burkuldu. Kardeşimin ağlama sesi etraftaki can çekişen insanların yakarışlarını duymama engel oluyordu. Ama biraz sonra bu yakarışların arasına asla duymadan edemeyeceğim başka bir ses karıştı. Bizim bahçedeki Sarıkız’ın sesi. Sadece insanları değil, bu acımasız üniformalı katiller her canlıyı silip süpürüyordu. Kaçmaya çalışan birinin atlı arabasına atladık. Tam şehirden uzaklaşıyorduk ki bir mancınıktan çıkmış kocaman bir ateş topu arabaya isabet etti. Yere çakıldık. Hemen kardeşimi buldum. Bu keşmekeşin içinde yas tutmak için bile vakit bulamıyorduk.
Ellerimde bir ıslaklık fark ettim, kan! Üstüme baktım ama hiç yara izi yoktu, en azından kanayanları yoktu. Ama o zaman… Hemen kardeşimin üzerine baktım. Bacağına kocaman bir ok saplanmıştı. “Ölmek istemiyoyum!” diye defalarca bağırdı. Okun dışarda kalan kısmını kırıp giysimden kopardığım bir parçayla hemen yarayı sardım. Onu omzuma yaslayıp yürümeye başladım. En yakın köy, en yakın şehir ya da en yakın kervansaray nerede bilmiyordum. Nasıl gideceğimi, ne kadar vaktimi alacağını ya da ne yapmam gerektiğini bilmiyordum.
Kuzeye doğru yürümeye başladık. Yürüdük ve yürüdük. Çöl sıcağı iyice artmıştı. Güneşin konumuna göre saat 13.00 semalarındaydı. Öğle vakti. Kardeşimi daha fazla taşıyamadım. Yarım saat önce bayılmıştı… Onu bırakmadan daha fazla ilerleyemezdim. İyice yorulmuştum. Bir iki adım attım. Kardeşime baktım. Benim yetim kardeşim. Onu bırakamazdım, hayır bunu yapamazdım. Kafayı yemek üzereydim. İki adım daha attım. Devam etmeye çalışıyor, ama bunu yapamıyordum. Bir güç beni geri çekiyordu. Dayanamadım. Kardeşimi sırtlayıp yoluma devam ettim. Sonra akıl almaz şeyler görmeye başladım. Önümde bir şehir ve kuleler yükseldi birden.
Babam geldi. Elinden tuttum. Bir anda havalandık. Şehrin üzerinde uçmaya başladım. Ama birden dev bir alev topu yükseldi. Şekli bize sırıtan askerin kafasına benziyordu. Üstünde onun yüzü gözüktü. Ardından bize çarpmasıyla uyandım.
Bir çadırda uyandım ve akşam olmuştu. Kardeşim yan tarafta ateşin başında küçük bir kızla oyun oynuyordu. Yerde tahtadan hayvan figürleri vardı; bir tane de tavuk, kanlı canlı bir tavuk. Üzerime bir battaniye seriliydi. Kardeşimin yarası da iyileşmişti. Dışarıda biri oturuyordu. Üzerimdeki akupunktur iğnelerini, ter bezini ve bazı şifa getirdiği farz edilen otları atıp dışarı çıktım.
Karşısındaki taşa oturdum. Bir kadındı. Bana “Sonunda geldin.” dedi. Şaşırdım. Ona ne kadar süredir içeride kaldığımı sordum. Bana komada olduğumu ve iki gün geçtiğini söyledi. Ona “Sizin kızınız mı?” diye sordum. “Hayır.” dedi. Bana bir kâse çorba uzattı, “Hayır, teşekkürler” demeye çalıştım ama çorbayı ağzıma tıkıp içirdi. Kusacak gibi oldum. Tadı çok kötüydü. “Hastalığına iyi gelir, evladım.” dedi. Bir anda anlayamadım. Ardından başındaki kapüşonu kaldırdı ve yüzünü gösterdi. Ve avucundaki doğum lekesini de. Benimkiyle tıpa tıp aynıydı. İçimden hayır, demeye başladım. Ama bu olamazdı. Bir hata olmalıydı. O benim annem olamazdı!
Çöle doğru koşmaya başladım. O ölmüştü, ben iki yaşındayken. Nasıl olurdu bu? Hayır, ama bu imkânsızdı. Beni niye terk etmişti? Gözyaşlarım yanağımdan akıp gecenin gelişiyle soğumaya başlamış kızgın çöl kumuna düştü. Arkamdan “ Hasta bedeninle çok fazla yol alamazsın. Çöl geceleri soğuk olur. Geri dön!” diye bağırdı. Ama onu dinlemedim. Hava soğuktu, hatta çok soğuk. Ama devam ettim, ettim, ettim…
Sonunda yere düşüp bayılmışım ki uyandığımda aynı çadırdaydım. Beni geri getirip buraya koymuştu. Fakat çadırın yeri değişmişti. Şimdi bir vahanın yanındaydık. Benim annem olduğuna inanamadığım kadın dışarıda yüzünü yıkıyordu. Kardeşim kumdan kale yapıyordu. Kız ise suda yüzüyordu. Kadının yanına gittim. Buraya kadar beni taşıdıklarını söyledi. Anlatmaya başladı:
“Babanız, kocam benim hastalığım yüzünden endişeleniyordu. Bağdat’ta hastalığım iyice ilerlemişti. Zamanında aslında biz o kadar da fakir değildik, büyük bir felaketin kurbanı olmuştuk. Baban zengin bir tüccardı. Bir deprem, büyük bir deprem her şeyimizi silip süpürdü. Altından yapılmış Bağdat fakirliğe boğuldu. Sonra da bunu takip eden savaşlar ve salgınlar. Elimizde kalan son parayı benim tedavim için kullandık.
Böyle bir Bağdat’ta hiç umut olmadığı için beni bir kervanla her şeyin daha güzel olduğunu bildiğimiz bir yere gönderdi: Şam. Ama yolda büyük bir çöl olduğu için yolculuk zordu. Bir kum fırtınası kervanı vurdu. Çölde yanımda kalan eşyalarla göçebe bir yaşam sürüyorum şimdi. O küçük kız da sizin gibi savaştan kaçıyordu.”
Kardeşime baktım. Hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi orada oyun oynuyordu. Çok mutluydu. Hiçbir şey onu ilgilendirmiyordu. Yanıma geldi. “Babamız ne zaman gelecek?” diye sordu. Ağlayarak ona sarıldım.
Biz bu dünyada iki yetim kardeştik artık…