Tatilde kilo meselesinin kişisel gündemime girdiği yetmezmiş gibi bir de yedi yaşına daha girmemiş olan kızımın bu yaz tatilinde aldığı kilolar meselem haline geldi. Tatilden döneli bir hafta oldu, onu her gören şöyle hafifçe göbeğine bir dokunuyor ve “ayy sen kilo almışsın” ya da “bu göbek ne” gibisinden yorumlar yapıyor. Ben duruma bozulduğumu belli eder bir surat ifadesiyle yaklaşıyorum ama çocuğun yanında bunu mesele haline getirip, olduğundan daha önemli bir şeymiş havası yaratmamak için de susuyorum.

Bedenle ilgili obsesif tutum modern kültürün en temel normu haline gelmiş durumda. Bu durumdan bebekler bile azade değil. Kiloya dair genel toplumsal endişemiz çocuk doğduğu anda başlıyor. Daha ilk doktor kontrolünde çocuğumuz hangi kilo aralığında diye takip etmeye başlıyoruz. Kabul ediyorum, çocukluk çağı obezitesi önemli bir sağlık sorunu. Kabul ediyorum, çocukların fazla kilo aldıran sağlıksız abur cuburlardan, şekerli endüstriyel yiyeceklerden uzak büyümesi gerekiyor. Ama bunu kilolu olacaklar diye değil, bedenimizi endüstriyel atık maddelerle doldurup zehirleyen yiyecek endüstrisinin tuzağından onları korumak için yapmak zorundayız. Oysa çocuğu incecik olduğu sürece eline çikolatalı gofret verip gezdirmekte bir sakınca görmeyen bir sürü anne-baba biliyorum ben. Aslında onlar için de, büyük bir çoğunluk için de, mesele çocuğun midesine giden endüstriyel atıklar değil, çocuğunun bugün ve ilerde “beden standartlarına” uyup uymaması. Kilo almak ve kilolu olmak kötü.

Kızım yedi yaşında ama aptal değil. Toplumun kendisine neyin “norm” olduğuna dair verdiği sinyalleri gayet güzel alıyor. Tatilden döneli bir hafta daha olmadı ama bana “artık o kadar çok yemek yemediği için zayıfladığını” beyan etti bu sabah. Tabii, bu beyan beni en büyük korkularımdan birine sürükledi. Yedi yaşındaki kızım daha şimdiden bunu söylüyorsa, ben onu bu toplumun kadın bedenine dair acımasız ve zalim standartlarından nasıl koruyacağım?

İddia ediyorum: Bugün obezite yüzünden sağlık sorunu yaşayanların oranı anlamsızca ve sürekli bir biçimde girdiği diyetler yüzünden sağlık sorunu yaşayan kadınların oranından daha azdır. Daha geçen gün gazetede 33 yaşında küçük çocuk annesi bir kadının doğumda aldığı fazladan beş kiloyu vermek için aldığı diyet hapları yüzünden kalp krizi geçirip öldüğünü okudum. Üstelik bu kaçıncı haber. Ve bu kadınların büyükçe bir kısmı öyle kilolu falan da değiller. Ama daha ince olmak istiyorlar. Sıfır beden olmasa da, öğrenci bedeni diye bir şey var. Ama her nedense sağlık bakanlıkları, doktorlar, beslenme uzmanları bu “zayıf olma takıntısını” büyük bir toplumsal hastalık olarak görmüyorlar da, beden kitle endeksimizin 20 ila 25 arasında olmasına takmış durumdalar. Sağlık Bakanlığımızın televizyonlardaki yeni kampanyasına bakın örneğin, önce Milli Eğitim sisteminde muhteşem matematik bilgisi ile donattığı halkımıza, devletimiz yine muhteşem bir açıklayıcılıkla Beden Kitle Endeksi nedir onu anlatıyor. Sonra da hesapladığımız Beden Kitle Endeksiniz 25’in üstündeyse riskli gruptasınız ve yardım alın, diyor. Devletin bir kiloma takmadığı kalmıştı o da oldu!

Obezitenin endüstriyel toplumun hastalığı olduğunu ve temelde “zehirli” katkı maddeleri, yemek ile arzu arasında kurulan doğrudan bağ ve doğa ile insan arasındaki ilişkinin kopmuş olmasının bir sonucu olarak ortaya çıktığını şimdilik bir kenara bıraksak bile, obezitenin hangi bilimsel veri ile bir sağlık sorunu olduğu iddia ediliyor ben bilmiyorum. En azından bir sosyal bilimci olarak nedensellik ve ilişkisellik arasında bir fark olduğunu biliyorum. Obezitenin bir sağlık sorunu olduğunu gösterenler hep obezite ile belirli hastalıklar arasındaki ilişkiselliğe dikkat çekiyorlar. Yani kilolu olanlarda daha fazla kalp hastalığı var gibi. Ama bu ilişkisellik pekala başka faktörler ile açıklanabilir. Örneğin, endüstriyel toplumun yarattığı hareketsizlik ya da zehirli katkı maddeleri. Eğer öyle ise mesele kilo değil, endüstridir. Örneğin Paul Campos, “The Obesity Myth” kitabında 20-25 aralığının nasıl sigorta şirketleri, sağlık endüstrisi ve bürokratik siyaset arasındaki bir uzlaşmanın sonucu olarak ortaya çıktığını çok güçlü bir biçimde anlatıyor. Sigorta şirketlerinin obezite sınırı için öncelikle 23’ü önerdiklerini ve Amerikan hükümetinin bastırmasıyla bunun 25’e çıktığını da eklemek isterim. Yani sigorta şirketlerine kalmış olsaydı hepimiz çoktan obezdik!

Herkes kilomuza takmış bir halde etrafta dolaşırken, kilolu olmanın bir genç kadının en büyük kâbusu haline gelmesine hiç de şaşırmamak gerekiyor. Tam da bu eğilimin bir sonucu olarak genç kadınlar arasında pıtrak gibi büyüyen bir fenomen anoreksiya. Anoreksiya bir zamanlar bir hastalık olarak nitelendirilirdi. Bugünün genç kadınları akıllılar. Toplumsal normun ne olduğunu sorgulayan Foucaultcu çerçeveleri kendilerine bayrak edinmişler ve anoreksiyanın bir hastalık değil, bir yaşam tarzı olduğuna dair kuramsal fikirler geliştiriyorlar. Evet, bedeni bir üretim/tüketim ve teşhir nesnesi haline getiren endüstriyel toplumun sınırlarını (ve de ürkütücülüğünü) bize gösterdikleri için belki de haklılar.

Anoreksiya yanlısı siteler bize bildiriyor: “yemek yememek için 70 neden”, “yemeyi kesmek için 10 sebep”. Sebepler şöyle: “yerseniz kilolu olacaksanız”; “kilo kir demektir”; “diyetler işe yaramaz, aç kalmak yarar”; “yerseniz suçlu hissedersiniz”; “kiloluysanız görünmez olursunuz”. Bu sebeplere baktığınızda hakikaten şöyle hissediyorsunuz, bu toplumun normlarının neler olduğunu belki de gerçekten okuyan ve ona uymaya çalışan grup anoreksikler. Onlar bedene dair söylemi kendi gerçekliğinin en uç sınırına taşıyorlar.

İnsanın kendi bedenini aç bırakması ve bile isteye kendini yok etmesi ne demektir? Aslında anoreksiyanın günümüz toplumunun beden çılgınlığına dair söyleyecek çok şeyi var. Tıpkı obezitenin olduğu gibi. Aşırı kilolu olmak ya da aşırı zayıf, aslında her ikisi de kendi tutsaklığına farklı biçimlerde itiraz eden bedenlerin haykırışı. Her ikisi de bedenle kurduğumuz ilişkinin çok derinden bozulması ya da insanın bir ürün olarak kendi bedenine yabancılaşması ile ilgili olan durumlar. Tam da böyle olduğu için, topluma dair aslında göründüğünden daha büyük şifreler içeriyorlar.

Susie Orbach, Bodies kitabında (ki mutlaka birileri Türkçeye çevirmeli bu kitabı) tam da bu kodları çözmeye çalışıyor. Orbach’a göre, anoreksiyayı aşırı kontrolcü bireylerin bedene yönelik obsesif tutumu olarak okumak yanlış. Ona göre klasik psikanalizin akıl ve beden ikiliği bedeni anlamakta yetersiz kalıyor. Orbach, bedenin kendine dair bir içselliği olduğunu ve anoreksiya ve obezitenin temelde ailede ve kültürde bedene konuşan semboller aracılığıyla beden tarafından içselleştirilen kodların bir sonucu olarak ortaya çıktığını yazıyor. Yani beden öğreniyor ve uyguluyor. Bu öğrenme süreci televizyonda, komşularla ilişkide, sokakta, okulda ama en önemlisi evde devam ediyor. Ailenin bu toplumsal sembolleri nasıl kabul ettiği ve yansıttığı çocuğun bedenle ilişkisinde kurucu önemde.

Hal böyleyken, ben kendi aileme döneyim. Kızımın bedene dair böylesine obsesif bir tutum takınmış bir dünyada kendi bedeniyle barışçıl bir ilişki kurmasını bir anne olarak nasıl sağlayabilirim? Zor ama galiba Susie Orbach’ın tavsiyesine uyacağım. Evimden bedene dair bütün konuşmaları tartı ile birlikte göndereceğim. Diyete girmeler, ayna önünde geçirilen dakikalar, sürekli tartılmalar, kilo aldım diye üzülmeler anneleri daha güzel, daha arzu edilir yapıyordur belki ama kızlarının kendi bedenleri ile ilişkisini onu bu toplumun hastalıklarına son derece açık hale getirecek şekilde bozuyor. Orbach, Bodies kitabı üzerine yaptığı bir söyleşide kızlarını bu toplumsal histeriden nasıl koruduğu konusunda şunu söylüyordu: “Bu konuda ben biraz faşistim. Hiçbir zaman çocuklarımın yanında aynanın karşısına geçip bedenimle ilgili bir kusur bulmadım… Çocuklarımın farklı bedenlerin her durumda iyi olduklarını düşünmelerini isterim. Küçük kızlar artık annelerinin kendi bedeninden sürekli hoşnutsuzluğunu görerek büyüyorlar ve normal olanın bu olduğunu düşünüyorlar”.

Geçen hafta kilo ile yazdığım yazıdan sonra pek çok kadından “oh be” diyen mesajlar aldım. Kendi kızıma ve bu toplumda bir “oh be” bile diyemeyen diğer genç kadınlara “bu bir isyan” deyin, demek isterim. Bu bir isyan olmalı, bedeninizle ilişkinizi bozan bu acımasız kültüre karşı bir isyan…

Bu yazıda adı geçen kaynaklar:

Paul Campos (2004). The Obesity Myth: Why America’s Obsession with Weight is Hazardous to Your Health. Gotham Press.

Susie Orbach (2009). Bodies. Picador Press.

Bu yazıda adı geçmese de okuyunca insanın göbeğinden rahatsız olmaktan vazgeçebileceği kaynaklar:

Linda Bacon (2010). Health At Every Size: The Surprising Truth About Your Weight. Ben Bella Books.

Naomi Wolf (2002). The Beauty Myth: How Images of Beauty Are Used Against Women. Harper Perennial.

Susie Orbach (2006). Fat is a Feminist Issue. Arrow Books.