Çığlığıma uyandım. Amanın bir sesim çıkıyor ki ev ahalisinin nasıl uyudukları tam bir muamma. Oda kapkaranlık, gece yarısı olmalı. Ama yok ya, birkaç saat önce kalktığımı hatırlıyorum gene zifiri karanlıktı. Bu ikinci tur. Annem gelecek. Ayak sesleri daha sert. Bu babam olmalı. Beni rahatsız etmemek için yolda terliğini çıkartıyor, ama genelde ya bir yere çarpıyor ya bir şeyi düşürüyor. Tabii bir sonraki sefer, o terlik yine çıkıyor. Biliyorum babam, ama bunu söylemek zorundayım. Kendi duymasın, ama hâlâ öğrenemedi bebek bakmayı. Hep mütereddit hep sakar. Bakalım yeni numarası ne olacak?

Kafamda zeballah gibi dikildi. Gözlerini kısık dikkatlice beni süzüyor. Uyanık olup olmadığımı anlamaya çalışıyor. Al sana bir çığlık daha “Ingaaaa!”

Aha da eğildi, popoma vuruyor. Aklı sıra pışpışlayıp beni uyutacak.

Ben gözümü kapattığımda annemin memelerinden şelale gibi süt aktığını görüyorum. “Baba ya, ne uykusu, açım aç.”, ama duyan kim? Basayım çığlığı da sen gör! Zaten annem de şimdi gelir.

Ve efsane çıplak ayak sesi. Yaba daba du!..

“Hilmi, çocuk ağlıyor ya bırak pışpışlamayı, getir de emzireyim.” Annem, hep mi otoriterdi bilmiyorum, ama vallahi gözümü açtığım günden beri babam kuzum gibi. Annem “tak” diye emri veriyor, babam “şak” diye yapıyor.

Salona kıyasla odam bayağı küçük, hattâ annemlerin yatak odası bile benimkinin yanında salon salomanje. Benimkiler bana kazık mı attılar, yoksa bütün bebekler daha küçük odalarda mı yatıyor çok merak ediyorum. Henüz başka bir eve götürülmediğim için mukayese yapamıyorum. Neymiş efendim kırkımı uçuracaklarmış. O zaman ne bekliyorsunuz, “uçurun gitsin”!

Neyse galiba yakında efsane bitecek, yakında kırk günlük olacağım. Çünkü bir haftadır evde “kırk gün” muhabbetinden başka bir şey konuşulmuyor. Bir telaş, bir telaş, sormayın gitsin.  Şu kırkım çıksın, dışarı bir kapağı atayım, oda meselesinde ketenpereye mi getirildim, göreceğiz.

Annem, büyük babaannemden kalma ceviz dolabın –bunun hikâyesini sonra anlatırım- yamacındaki emzirme koltuğa kurulmuş beni bekliyor. Hemen itiraf edeyim, benim için orası saltanat tahtı. Şimdilik hayatımdaki en büyük mutlulukları, annemin kucağında, o memelere kavuştuğumda yaşıyorum. Yine bir vuslat zamanı, oh be hayat varmış!

Babam işte bu anlarda tepemde takipte. “Cok cok cok” diye sesler çıkartarak güya beni taklit ediyor. Bir de yüzünde bitmek bilmeyen bir gülümseme! Ben aç bilaç annemin kucağında hırsla ve iştahla karnımı doyururken o taklit beni gıcık ediyor. Bu anlarda bir taraftan yüzümü memeye gömerken bir taraftan da -elbette hangi memeye taarruz ettiğime bağlı olarak- sol ya da sağ kaşımı kaldırıp ona tip tip bakıyorum. Ne yaptığımı anlamaktan bihaber bizimki pek mesut, anneme nispet yapıyor: “Bak Selen, hayatının en mutlu anlarında dahi gözü bende”. Tabi tabi içine!

Bakmayın bu sözlerime aslında yumuşak bir bebeğim. Ama süt ve gaz söz konusu olduğunda akan sular durur. Bugünlerde dünya bir yana onlar başka yana. Her güzel şey çabuk bitermiş. Ben kendimce âlemlere akarken dışarıda dakikalar birbirini kovalıyor. Genelde sürem 40-45 dakika. O süre yeterliyse futbol maçları da tek devre oynansın o zaman. Nasıl, iyi olur mu?  Aslında galiba annem buna razı olabilir. Keşke babam beni emzirseydi. O zaman onu ikna etmek daha kolay olabilirdi. Yazık.

Mira Hacaloğlu