Her şey birikir*

“Duru sular ters yazılar emek ve gözyaşı
Akıyor sanılan kuruyor sanılan
Haklar haklılıklar, ölüm zulumlar
Uçuyor sanılan her şey birikir…”
Gülten Akın

Sokağa bırakılan çocukluğumu, el yordamıyla eteğime toplayıp, tane tane döşedim bedenime. Gerilere, içerilerde bir yerlere gömüp, hafızamı ahiretin adaletine sakladım. “Her şey birikir…” diyen Gülten Akın’ın kalemine iman edip, taşlar topladım her köşe başından. Her taşı fırlatışım, bir dirhem olsun serinletemedi içimi ama, yine de…

***

Alexei Jawlensky Young Girl with Green Eyes 1910

İlkokula başlayacaktım o sene. Anneler “zor olur toplaması” diye keserlerdi kızlarının saçlarını. Benim annem kesmez, her sabahın çilesine katlanmayı, güzel saçlarıma kıymaktan üstün tutardı. Benim babam, her gece okşadığı saçlarıma bırakırdı, çimento yorgunu ellerinin derdini, tane tane içime akıtırdı.

İşi gücü vardı bizimkilerin. Memleketten gelen giden, düğün dernek hep bir olaylar mahallede. “Seni götürelim de, anneannede kal biraz” deyince annem, sevinçle geceden hazırladım pazar poşetinden valizimi. “Ama yaramazlık yok” diye de gereksiz konuşup durdu başımda babam. Sitemkar bir gülüşle; “Sanki ilk kez kalacağım!” diye geçiştirdim.

Bizim mahalleye benzemezdi buralar. Bizim mahallenin çamuru fark edilmez, burada beyaz giyen toz olurdu. Bizimkinde yokuşlar vardı hep, bu mahalle çitlerle çevrili; babası bankada müdür, annesi öğretmenlerle doluydu. Çocukluk hasetliktir biraz. Kıskanırdım, çitlerin arkasından baktığım bahçelerdeki çekirdek aileleri. Bizim sofralarımız; çocuklar, anneler, babalar olarak üçe ayrılırdı. Önce babalar, onlardan kalanlara çömelen anneler ve eteklerindeki bebeklerdik. Annem ile babam gibiydi, bizim mahalle ile bu mahalle. Ayrı dünyaların oksijenleri solunurdu. Bakkalın ekmeği daha taze, manavın domatesi daha kırmızıydı burada. Hasetlikti hep çocukluk, dedim ya.

Çitlerle çevrili güzel evlerin yanlarında, karınca yuvalarındaki kadar küçüktü hizmetçiler, kapıcılar, kahyalar. Ne küçüktüm o karınca yuvasına sığacak kadar, ne de bizimdi o güzel bahçe. Annesinin babası için feda ettiği ‘güzel bahçe’li hayatın torunuydum sadece, yazdan yaza bahçesinde evcilik oynadığım.

Çaylarını içip kalktı annemler. Son öğütler verildi uslu olmak hususunda. Yine ağlamaklı oldu babacığımın gözleri. Öptü güzelce avucunun içinde kaybolan yanaklarımı. Sabahında güzel kahvaltılara uyandım, anneannemin kucağında. Akşama ne isterim diye sordu hayatımın en akil erkeği, dedem. Rakısının yanına alacaklarıyla, torununu da sevindirecekti bu akşam. Herkes ne çok öpüyor, seviyor, bu mahalle ne güzel.

Anneannem, bahçesindeki çitlerin kenarlarına dizdiği saksılardaki çiçeklere benim, ablamın ve annemin adlarını verdiğini anlatıyordu, sulamayı öğretirken bana. Bir yandan da, bizim mahalleyi soruyordu. Annemin hali niceydi acaba? El kadar çocuktu sırları en iyi bilen. Ötüyordum ben de bir bir:

-Büyük yenge, annemi azarladı, ablama yeni önlük aldığı için. Annem çok ağladı. Babam da kızdı sonra anneme. Aslında babam kızmazdı ama kızması lazımmış amcaların yanında…

İç geçirip, ah ediyordu anneannem. Ona göre, annemdi bu tercihin müsebbibi. Daha çok çekecekti…

Öğleden sonra çarşıya inip, üç takım elbise, askılı tshirtler, şortlar aldı bana. Bu şortu da giymeme izin vermezdi bizimkiler mahallede. “Burada kalsın geldikçe giyerim” deyişim yüzünü ekşitti anneannemin. Sevincimi bölen duyguları yaşatmanın en usta erbabıydı bu kadın.

Hamburgeri her ısırışımda, muadilinin ekmek-torak olduğunu hatırlardım bizim evde. Daha büyük ısırırdım, her seferinde. Hamburger bitince kusmak, dışavurumuydu psikolojimin. Kardeşlerime ihanet ediyor gibi hislerle doluydu el kadar kalbim.

Çabuk hatırladı mahalledekiler beni. Onlar da bu sene okula başlayacaklardı. Pınar’ın annesi her şeyini takım almıştı ona. Önlüğü, kat kattı böyle prensesler gibi. Çantası, suluğu, beslenme çantası bir örnekti hep. Barbie ve Ken el eleydi… “Ümit’in annesi daha önlük alamamış” deyiverdim Pınar’a, sevincinden duyduğum öfkenin hırsıyla. Ümit’in annesi, Pınarların temizlik işlerini yapıyordu. Bahçelerinin köşesindeki müştemilatta kalıyorlardı ailece.

“Onun da babası az içsin de çalışıp, para kazansın” diye, anne-baba ezberinden sakladığı bir cevabı yapıştırdı yüzüme. Sonra lafı bana getirip, “Senin önlüğün alındı mı ki akıllım, anneannene mi aldıracaksınız onu da?” diye çıkardı öcünü. Pınar, Didem, Gamze… Başka konuları yoktu, hep okul kıyafetleri. “Siz okumayı biliyor musunuz? Ben öğrendim, annem öğretti. Okula gitmem belki, gerek yok. Siz gidin okumayı öğrenin önce…” diye kendimce havamı atıp, sadece Ümit’le oynamaya karar verdim.

Pınarların mutlu bahçesi, Ümitlerin karanlık yuvasıydı. Islığımın sesiyle damlardı bu küçük oğlan bizim kapı önüne. “Anneannemle çarşıya gideceğiz, sen de gelsene” diye ısrar ettim. Annesi Fatma ablaya, göz ucuyla “Gelsin çocuk” deyince anneannem, sahibinden memnun bir kedi gibi ona şirinlik yapıp, elinden tuttum Ümit’in.

Birlikte hamburger yedik, hiç kusmadım. Önlüklerimizi bir örnek aldı anneannem. Onunkinde Scooby Doo vardı, benimkinde Bugs Bunny. Birer takım defter, kalem ve kaplama kağıdı da aldık. “Akşama gel bize, birlikte kaplayalım defterlerini oğlum” deyince anneannem uçuyordum sevinçten.

Telefonda kötü geliyordu annemin sesi. Ablama verdi telefonu. Suçluymuşum gibi söyleyemedim aldıklarımızı. “Geç oldu ben gideyim Nermin Teyze, kalanları da babam kaplar” deyince Ümit, yolculadım onu. Mutsuz uyudum, aklımda ablamla.

Bir ay hızla geçti. Anneannemin deyişiyle “Yüzüme kan gelmişti…”
Yakında gidecektim. Okul açılacak ve her sabah güneş bile doğmamışken o dik yokuşu tırmanan ablam, artık yalnız yürümeyecekti.

Kardeşim gibi olmuştu Ümit de. Minicik gözleri, gülünce kayboluyordu. “Artık gidiyorum, okumayı çabuk öğren!” diye ablalık ettim ona. Kafasını sallayıp “Peki” dedi. Durdu, mutsuz gözleriyle, “Daha kalan defterlerimi kaplamadı babam” diye yakındı. “Biz kaplayalım o zaman, hadi…” deyip, evlerine doğru yürüdüm. Ümit öylece durmuş, “Gitmeyelim” diyordu. “Kaplamazsak, kenarları katlanır defterlerinin, çok çirkin olur, hadi…” diye çekiştirdim evlerine doğru. “Babam evdedir şimdi” diye geveledi. “Olsun” deyip yürüttüm.

Pınarların bahçe kalabalıktı. “Nereye?” diye seslendi Çiğdem Teyze. Yanlarına gidip, durumu anlattım. Fatma Teyze de, “Defterleri alıp sizde kaplayın, babası evde Ümit’in” dedi. “İyi” dedim ama anlamıyordum bu manasız kovulmayı. Kapıyı Ümit çaldı. Suç işlemişiz gibi bir mahcubiyetle defterleri kaplayacağımızı, benim bu sebeple eve geldiğimi, malzemeleri alıp hemen gideceğimizi söyledi babasına. Öksürüğü dinince, “Geçin…” dedi babası.

Mutfağın karşısındaki küçük odaya girdik, çekyatın altından çıkardı malzemeleri Ümit. Karşıdaki kanepede televizyon izliyordu babası. Elindeki bira şişesinin dışında, yerde duran boş şişeler vardı. Bir yandan kaç defter olduğunu sayıyor, bir yandan babasına bakıyordum. “Annen baban burada mı?” diye sordu. “Yok, değil” deyip devam ettim; “Ben de gideceğim, yakında okullar açılıyor…”

Defterleri orada kaplamaya başladık. Bize yardım etmesini isteyince, kanepeden eğilip yanımıza, yere oturdu. Bantları kesip, ona veriyorduk, o yapıştırıyordu. Elleri birbirine dolanıyor, “Oluyor mu?” diye de soruyordu arada. Kalktı sonra, mutfağa geçti. Boş bira şişelerinin sesleri geliyordu. “Ümiiiiit” diye seslendi. Aklı uçtu çocuğun. Koştu gitti yanına. Dinliyordum. “Annenden para iste, dört tane bira al köşeden, annen vermezse yazdır” dedi. Yalnız kalmak istemiyordum. “Ben de geleyim seninle” diye peşinden gidecek oldum. “Sen otur yavrum, gelir şimdi” dedi. Ümit’e, bana davrandığından daha kötü davranıyordu.

Televizyona bakıyorduk. Yanında oturmak istemiyordum hiç. Anneannemin bahçesine ışınlanmak istiyordum hemen. Varlığı bile midemi bulandırıyordu. Boş boş yüzüme bakıp, göbeğini şişirerek iç geçiriyordu. O an, “Tuvalet nerede?” dedim.

“Demese miydim? Sormasa mıydım? Susup otursam, olur muydu o şeyler?” diye çok sonra defa defa soracaktım, bu sorunun hesabını kendime.

Ama sordum. “Gel” dedi.
Gittim.

Mutfağın iki adım ötesinde, yarım metre aralıkla bir tuvalet ve banyo vardı. Işığı aradı, bulamadı. “Geç…” dedi. Gitmesini bekledim, gitmedi. Eğildi önümde. Yüzüme yaklaştırdı yüzünü.

-“Jimnastik yapmasını biliyor musun sen?” dedi.

TRT’de her gece jimnastik yapan kadın çıkınca, anneannemle ben de eşofmanlarımızı giyer jimnastik yapardık.

-“Aaa evet, anneannemle yapıyoruz” dedim ve ekledim;

-Siz de yapıyor musunuz?
-Ben sana öğreteyim bak, geç tuvalete.

Yanımdan ayrılıp, kapıya yöneldi. Kilit sesini duyunca hemen geri döndüm ama dizine bile gelmiyordu boyum. Geri geri adımlarla tuvalete yöneldim. Islaktı yerler, eteğimin altına giydiğim pembe muz çorabım ıslanacaktı. Karanlık tuvalette terlik ararken, itti arkamdan.

-Geç, çabuk.
-Başka zaman yine gelirim ben, gideyim.
-Sus bak jimnastik öğreteceğim, sessiz ol.

Yerdeki kovayı kenara itti ayağıyla, ağzına kadar suyla dolmuş kova taşıp, üstümü ıslattı.

-Üstüm ıslandı hep, sonra gelirim, gideyim şimdi…
-Sus dedim.

Dedi. Hep “Sus” dedi. Kalbim o kadar gürültülü çarpıyordu ki, kulaklarım kalbimin sesiyle çınlıyordu. Yalvarıyordum artık. “Ne olur” diye. Dinlemedi. “Sus” dedi.

Eteğimi indirmeye çalışınca, elini tutup; “Yok, bırak” diye ağlamaya başladım.

-Üstün ıslandı, çıkaralım.
-Bırak yaaaa…

Son sesim bu oldu. O koca parmaklarını ağzımın içine sokup, kesti çığlığımı. Öteki eliyle pantolonunu indirip, beni duvara dayadı…

Tavana bakıyordum. İçime dokunan bir şey. Acıyordu…

***

Su dolu kovanın içine düşmüş çorabımı aldım elime, belime sıyrılan eteğimi indirdim. Kapıya yürüdüm. Kilidi açtı. Kapı açıldı. Ümit bakıyordu yüzüme. Onu son kez gördüm.

Koşmak istiyordum, koşarak mahalleme gitmenin mümkün olmasını istiyordum. Babamın elimden tutup da aştığı yolları, köprüleri, yüksek binaları; tek başıma koşarak aşıp, ablamın yanına, yer yatağımıza yatmak istiyordum. Bahçe kapısına kadar koşup, durdum. “Sus” sesleri çınlıyordu kulağımda. Koştum. “Sus” diyordu, daha çok koştum. Gitmiyordu kulağımdan. Düştüm.

-Nerede ıslandı bu çorap böyle? Nasıl düştün kızım, konuşsana?
-Bahçe ıslaktı, orada…
-Ayağın kaydı düştün sonra da değil mi? Ah be kızım, dikkat etsene biraz.
-…
-Bir şey mi oldu?
-Yok, olmadı bir şey.
-Dizine pansuman yapalım, dinlen biraz. Çıkma bugün dışarı.
-Annemi ara.
-Sonra deden gelince, yemeğe çağırırım seni.
-Annemi arasana.
-Niye kızım?
-Ara işte, konuşmak istiyorum.

Anneme halimi anlatıyordu, kendince;

-Yarına bir şeyi kalmaz, diyorum ama seninle konuşmak istiyor. Dur veriyorum telefonu.

-Anne.
-Ne oldu kızım?
-Gelin beni alın.
-Kızım ne oldu söylesene?
-Düştüm. Dizim kanadı çok. Hadi gelin.
-Bugün gelemeyiz ama. Baban çalışıyor. Böyle ha deyince gelinmez kızım bilmiyor musun? Üzülüyorum ama niye böyle yapıyorsun?
-Canım acıyor anne. Dizim acıyor…
-Tamam, baban gelsin, ağlama, geleceğiz. Ver telefonu anneannene.

***

Kahvaltıda sütün tadı, ekmeğin tadı, reçelin, peynirin tadı yoktu. Ağzıma tıkıştırıyordu anneannem. Yemiyor, itiyordum gitsin diye. Ne düşündüğümü hatırlamıyorum ama, deyiverdim;

-Saçlarımı kestirelim mi?
-Hani istemiyordun?
-İstiyorum. Anneme zorluk olmasın her sabah.
-Dur annene soralım bir…
-Yok bir şey demez, keselim.

Doğduğum günden bu yana makas değdirmemişti saçlarıma annem ve babam. Yerlere dökülüyordu şimdi, yüksek koltuklu bir kuaför koltuğundan. “Çok güzel oldun” diyordu saçımı kesen abla… Ayna, ne pis bir şey, hala hiç sevmem.

Kapı çaldı. Koşarak açtım. Annemin bacaklarına sarılıp, kafamı karnına gömdüm. Dinmiyordu hıçkırıklarım. Öyle içeriden bir yerden hıçkırıyordum ki, nefesim kesiliyor gibiydi. Ağlamaya başladı annem de. “Gidelim” dedim. “Ne oldu?” dedi. Sadece ağlayarak cevap verdim. Kucağında sızmışım. Gözümü açtığımda, yanımda ablam uyuyordu.

***

Okul başladı, her sabah elini tuttuğum ablamla tırmandık çamurlu dik yokuşları.
Bir daha hiç gitmedim o eve. Bir yolunu bulup gitmedim. Her şeyi unuttum. Her şeyi. Sustum, kaybettim o yılları. On beş yıl sonra, seviştiğim ilk adamda hatırladım. Bir daha hiç çıkmadı aklımdan. Her sevişmede, onun sesini duydum. “Sus” diye inledi kulağımda. Hala da…

Yıllar sonra dedemi kaybedince ayak bastım o mahalleye. Kalabalıktı cenazesi. Yüzümü yerden kaldıramıyordum. Görmekten korkuyordum.

Uzakta, geride bir yerde gördüm onu. Yasımızı paylaşıyordu. Babamın elini sıkıp, sırtını sıvazlıyordu. Durdum, yüzüne baktım. Tabutta taşınan dedemle birlikte, akıp gitti kalabalık. Ben onun yüzüne baktım. Durdu, baktı. Tanımaya çalıştı. Zorlandı. Israr ettim. Aklında canlanan sahneleri, gözlerinden okuyabiliyordum. Hatırladı. Başı önünde, yürüyüp gitti. Hiçbir şey yapmadım!

***

Şimdi, kendimi ihbar ediyorum. Yaşadığım ilk kriz anında, o adamı delik deşik edebilirim. Çocukluğumu karanlık bir tuvaletin ıslak fayanslarına gömdü. Hafızamın sessizliğini bozuyorum işte. Onu öldürebilirim ve bu bile içimi serinletemez.

*Gülten Akın, Biriken, YKY, 2007