Bu yazının başlığı ilginizi çektiyse ve yazıyı okumaya karar verdiyseniz, sizin de buna benzer bir hikayeniz vardır ya da olacaktır demektir.

Ekin ve Devrim’in annesiyim ben. Üniversitede öğretim görevlisiyim. Sizin gibi ben de iş dışındaki tüm vaktimi çocuklarımla geçiriyorum. Onların mutlu ve sağlıklı olmaları tabii ki her şeyden önce geliyor ama siz anlarsınız beni, bu kadarı yetmez gibi geliyor bana. Hep daha fazla ne yapabilirim diye soruyorum kendime. Çocuklarımın zihinlerini açabilmek, zeka gelişimlerini maksimize edebilmek ve yeteneklerini keşfedip geliştirebilmek için yoğun çaba harcıyorum. Bunun için kızıma hamile kalmadan önce başladım okuyup öğrenmeye. Anlayacağınız çocuklarım söz konusu ise, sizler gibi ben de hep bir telaş içindeyim.

Kızım Ekin 2010 yılının temmuz ayında doğdu, 25 aylık olduğunda, 2012 yılının Ağustos ayında kardeşi Devrim doğdu. Evde bir ‘terrible two’ ve de bir yenidoğanla baş etmek başlarda imkansız göründü gözüme. O yüzden Devrim bir aylıkken, 2012 yılının Eylül ayında başladı arayışım. Öncelikli kriterim Ekin’in gideceği anaokulunun evime yürüme mesafesinde olmasıydı. Civardaki okulları gezmeye başladım. En yakındakine en son uğramaya karar vermiştim. İyi ki de öyle yapmışım. Feneryolu Irmak Anaokulu ile tanışmak, tam ümidimi kaybetmişken ilaç gibi geldi bana. Diğerlerinde olmayan ne mi vardı? Söyleyeyim: içtenlik, sadelik, esneklik ve sevgi. Bir sürü pedagojik kavramla yapay bir şekilde süslenmiş, soğuk, ruhsuz, ezberlenmiş cümleler yerine tek bir cümle kurdu Meral Hanım “eğer karar verirseniz getirin, biz burada Ekin’le birlikte oyun oynayalım”. İşe buydu duymak istediğim. 2 yaşında, henüz abla olmuş kızım için başka ne isteyebilirdim ki?

Tek ihtiyacı olan sahiden de buydu: oyun oynamak. Aklımda bu cümleyle eve döndüm. Eşimle konuştuk, başlama zamanını biraz daha geciktirmeye karar verdik. Kendisini, kardeşi gelince evden gönderilmiş gibi hissetmesin diye Şubat ayını beklemeye başladık.

2013 yılının soğuk bir Şubat günü, tam benim doğum iznim yeni bitmişken, tam evdeki yardımcımızla anlaşamayıp yollarımızı ayırmışken, tam 6 aylık Devrim bronşiolit olup birlikte hastaneye yatmamız gerekmişken, yani kızımın hayatında pek çok değişiklik bir araya gelmişken Ekin Feneryolu Irmak Anaokulu’nda oyun grubuna başladı. İlk iki hafta şaşkındık, tüm hafta boyunca girişteki koltuklarda öğlene kadar boşu boşuna oturmuştum. Ekin’in okula bu kadar kolay adapte olması ailemizde ve yakın çevremizde takdirle karşılandı. Hatta eşimle ben biraz övünüp böbürlendik. Çocuğumuzu sosyal ortamlara sokmaya o güne kadar özen göstermiştik ne de olsa. Kızımız 1,5 yaşından itibaren Gymboree’ye, 2 yaşından itibaren İyi Cüceler Kitabevi’nin atölye çalışmalarına devam etmiş; pek çok tiyatro oyunu, bale gösterisi vs. izlemişti. Bizce bu sayede adaptasyon sorunu yaşamamıştı, oh pek sevinçliydik. Nihayet bir şeyler yolunda gitmeye başlamıştı. Ta ki 3. haftanın pazartesi gününe kadar.

O sabah ne olduysa oldu, Ekin kapıdan girer girmez bana yapıştı. Ağlamalar, sınıfa girmek istememeler, beni bırakmamalar… Ne yapacağımı bilemez haldeydim. Ben onu sınıfına girmesi için ikna etmeye çalıştıkça o daha çok ağlıyordu. İmdadıma Meral öğretmen yetişti. “Hep birlikte yukarı çıkalım, ben Ekin’le baş başa oynayayım” dedi. Önce içten içe bu teklifi geri çevirmek ve kızımı alıp eve geri götürmek istedim. Sonra bunun, o an yapılabilecek en yanlış şey olduğunu bir yerlerde okuduğum geldi aklıma. “Peki” dedim, “hadi çıkalım”. Yukarı çıktığımızda Ekin delirmiş gibi ağlamaya devam ediyordu. Birkaç dakika sonra, Ekin hala ağlıyorken Meral öğretmen bana dönüp “hadi siz gitmeniz gerektiğini söyleyip çıkın” dedi. Duygularım “al çocuğunu hemen eve dön” derken mantığım “Meral Hanım bu işi senden daha iyi biliyor, gerekseydi zaten al götür derdi, hadi çık buradan bir an önce” diyordu. Ve çıktım. Ekin’in ağlaması indiğim her basamakla birlikte daha da, daha da arttı sanki. Aşağıya inmiş olmama rağmen binadan bir türlü çıkamıyordum. Merdivenleri yeniden, defalarca çıkıp indim. Cam kapının ardından, kendimi göstermemeye çalışarak baktığım çocuğumu alıp gitmekle, onu orada ağlarken bırakmak arasında gidip geliyordum. Nihayet ağlamasına rağmen çıkıp gitmeyi seçtim. İçim cız ediyordu, vicdan azabı çekiyordum. Yine de arabaya binip köprüye doğru gitmeye başladım. Derse yetişmem gerekiyordu.

Dedesini arayıp her an okula gitmeye hazır olmasını söyledim. 45 dakika sonra kampüse vardığımda telefonum çaldı, Meral Hanım arıyordu. “Merak etmeyin, siz çıktıktan sonra çok kısa bir süre daha ağladı, sonra oyuna daldı ama yine de Ekin’i bugün fazla yormayalım, biraz daha erken alın onu” dedi. Dedesi o gün yemek saatinden önce alıp eve getirdi kızımı. Ertesi gün kriz yaşanmadan geçti, çarşamba günü pazartesi günkü kadar olmasa da yeni bir ağlama dalgası başladı. Meral Hanım Ekin’e benim kolumdaki saatin akrebini gösterdi, “Bak Ekin’ciğim” dedi’ “annenin kolundaki saatin akrebi 12’nin üstüne gelince deden seni almaya gelecek. Hadi annene güle güle de”. Sanırım sihirli bir cümleydi bu. Ekin birden durdu, ağlamayı kesti, yüzüme dikkatlice bakıp gülümseyerek “Güle güleee” dedi ve arkasını dönüp sınıfına girdi. Kelimenin tam anlamıyla afallamıştım. Yeniden ağlarsa diye bir süre daha bekledim, Demet öğretmen gelip “her şey yolunda” diyene kadar. İzleyen birkaç günde huysuzluklar olmadı değil. Ekin ne zaman bacağıma yapışıp “gitme anne” diyecek olsa, ona dedesinin onu almaya geleceği saati gösterip bana “güle güle” demesini istedim. Hakikaten de sorun çıkmadı. Sonunda olmuştu. Ekin okula alışmıştı.

Şimdi düşünüyorum da Ekin’in okula alışma hikayesi aslında benim de annelik hikayem. Bu hikayenin en kritik anı benim o an, o merdivenlerden inip okuldan çıkma kararını verdiğim an. Kararlı olmak, geri çekilip öğretmene güvenmek ve çocuğu olduğu kadar anneyi de öğretmenin yönlendirmesini beklemek gerçekten de alışma sürecinin kolaylaşıp kısalmasındaki altın kurallarmış. Bu kuralların geçerliliğini okuyarak değil, yaşayarak öğrendim.

Sonra ne mi oldu?

Sadece oyun oynamak için okula başlayan Ekin, okuldaki ilk ayını daha doldurmadan, tuvalet alışkanlığı olmasına rağmen bir türlü bırakamadığı bezini artık çöpe atmamızı istedi. Yemeklerini kendi kendine yemeye başladı. El ve dil becerileri gelişti. Yeni oyunlar, şarkılar öğrendi; arkadaşlar edindi. Anneannesiyle dedesi yazlığa gidip de öğlen okuldan alma problemi doğunca Haziran ayında yarım gün yerine tam gün okulda kaldı ve hiç adaptasyon problemi yaşamadı. Yaz tatilinde sahildeki çocuklarla çok kolay arkadaşlık kurup onlara “Hoplayalım Zıplayalım” ve “Üç Yeşil Şişe” oynattı. Ağustosun ortasından itibaren “okulumu özledim, öğretmenlerimi özledim” demeye ve “tatil ne zaman bitecek?” diye sormaya başladı. Nihayet beklenen Eylül ayı geldi. Ekin okuluna döndüğü o sıcak Eylül sabahında, yine bir pazartesi günü, bana gülümseyerek bakıp “güle güle anneee” dedi ve arkasını dönüp sınıfına girdi.

Hepimiz için neşeli bir yıl olması dileğiyle…