Söküldün kökünden bir gün ve kaldığın köyden, bildiğin yerden, yerinden yurdundan “Resmi Hizmete Mahsustur” yazan bir siyah arabayla alınıp götürüldün. Bilmediğin limanlara, bambaşka yerlere, onlarca çocuğun arasına.
Düşlerin değişmişti artık. Dünyan değişmişti. Köyündeki eşeklerin ve atların dünyasından arabaların dünyasına geçmiştin. İnsanların değişmişti. Kasketli amcalardan kukuletalı kadınların dünyasına geçmiştin. Umutların değişmişti. Sevgilerin. Hayallerin. Ama bu yeni dünyada tek bir şey değişmemişti: “Geri dönüp koğuşunda yattığın yatak ve soğuk duvarlar”. Ve sen o yatakta ve duvarlarda çocuksu masumluğunla yeni ve yepyeni hayaller büyütüyordun. Kah köyündeki evini modern mimariye uygun yeniden inşa ediyor, kah da içine konsept iç mimariyi sokuyordun. Yeni görüyordun bunları ama bir çocuğun öğrenmeye açıklığıyla hemen alıyordun beyninin bir köşesine ve uyarlıyordun. Sonra annen ya da baban ya da ağabeyin ya da ablana yeni kıyafetler giydiriyordun. Ayaklarını salladığın demir parmaklıklardan dışarıya bakıp geçen onlarca arabayı yanındakine gösterip bu araba bizim, şu araba senin olsun diye kavga ediyordun. Ve bunların hepsini tek bir şarta bağlıyordun: Annemin hastalığı iyileşecek, yazın gelecek, beni yuvadan temelli çıkaracak.
Her annenin ya da babanın çocuğuna söylediği yalanlar hem farklı hem benzerdi. Ama hepsi “Temelli”ye bağlanırdı. Ve o temel yuvada kalan çocukların en kıymetli hazinesiydi. Ancak yurda geçtiğinde, on üç yaşına geldiğinde anlıyordun tüm düşlerinin temelsiz olduğunu.
Ama düşleri gerçeğe dönüşenler de vardı. Ara ara çocuklar arasında bir fısıltı konuşulurdu: “Ayşegül’ü evlatlık alacaklarmış, evlatlık alacak olan ailenin Mercedes’i varmış.” veya “Ahmet gidiyo’ olum. Birileri koruyucu bilmem ne olup temelli götürecekmiş.” O ailelerin çocuğu olmak için yuvadaki çocukların kimi yeni bir yaşama girecek olmanın verdiği tereddütle çekinir ve gitmek istemezdi. Ama gene de içinden sevinirdi. Ne olsa onlarca çocuk içinden onu seçtiklerine göre “yakışıklı”ydı, “tatlı”ydı, “güzel”di. Artık gitmese de gam yemezdi. Kimi ise uça uça gitmek ister, kurmuş olduğu düşlere yelken açmayı sabırsızlıkla beklerdi. Zaman içinde gidemezse, büyümenin verdiği bilgelikle düşlerini küçültürdü.
Her şekil ve şart altında, düşler büyür, gerçekleşir ya da silinir giderdi. Geçen her saniye, düşler atölyesinin torna tezgahına o çocukların hayallerini sokardı. Ama yalnızca şanslı çocukların düşleri bambaşka olacaktı. Artık onlar, mutlu azınlıktı. Ve o Pinokyo’lar Gepetto amcalarının tezgahını bulmuştu. İşlenmek ve pırıl pırıl olmak için.
Mustafa Sarıoğlu