Yakın bir arkadaş, isminin yayınlanmasını istemeyen bir kadın, çok yakın zamanda yaşadığı düşük yapma tecrübesini, bunun kültürel karşılıklarını, yas tutmayı, tutamamayı anlattı. Bu röportajın tamamlanması bir ayı buldu.
Bölük pörçük yapılan görüşmelerden aşağıdaki metni derledim. Bütün bu konuşmalar en nihayetinde yayımlanacak bir röportaj olarak da yapılmadı aslında. Bunların kısmen paylaşılması gereken tecrübeler olduğu kanısı zaman içinde oluştu.
Yakın bir arkadaş, isminin yayınlanmasını istemeyen bir kadın, çok yakın zamanda yaşadığı düşük yapma tecrübesini, bunun kültürel karşılıklarını, yas tutmayı, tutamamayı anlattı. Bir de konuşmak, anlatmak gerektiğini.
-Hamileliğinin sona ermesinin sebebi biliniyor mu?
-Düşük vakaları tekrar etmiyorsa ilkinde sebep genelde bilinmiyor. İki ve fazlasının yaşandığı durumlarda bir sebep aranıyor ve genelde de bulunuyor bildiğim kadarıyla. Kromozom uyuşmazlığı, bir sebepten fetusun rahimde tutunamaması, ileri yaş, kötü yaşam koşulları. Pek de bilmiyorum açıkçası, yalan yanlış bir şeyler söylemeyeyim… Bana kötü gelen bir kelime bu “düşük” bu arada. Düşmekten, düşük!
-Nesi kötü geliyor ?
-Düşmekten düşük. Çok yalın, cılız, zavallı bir kelime durumu anlatmak için. Tıbben karmaşık, ruhen çok yıpratıcı bir süreç bu. Görkemli bir kelime olsun demiyorum ama… zaten neyse o kelime… incitici geliyor kulağa insan yaşarken. Bildiğim kadarıyla Batı dillerinde de öyle pek derinlikli bir kelime yok. İngilizcede “miscarriage” deniyor, tutunamamayı işaret ederek galiba. Almancası fehlgeburt imiş, ona da merak ettim baktım. O da kötü gitmiş hamilelik gibi. Anadolu’da düşük denmiyor, daha başka kelimeler kullanılıyordur gibi geliyor, ama bir şey bilmiyorum.
-Nasıl ortaya çıktı hamileliğin sonlanacağı.
-İleri yaş hamileliği olduğu için sekizinci haftada doktoru görmek istedim. Yüksek risk grubundayım. Genelde onuncu hafta ve daha geç bir zaman görüyor doktorlar, ultrason ile bakıyorlar daha doğrusu. Bundan evvel görülecek bir şey yok pek. Ama işte bu yokluk, varlık meselesi çok garip, rahatsız edici. Onu anlatmak istiyorum aslında. İşte gittik, baktı doktor, ortada bir hamilelik olduğunu ama bebeğin olmadığını söyledi. Bu çok büyük bir hayal kırıklığı. İnsan büyüklüğü karşısında afallıyor, ne hissedeceğini bilemiyor pek. Her ihtimale karşılık bir hafta sonra tekrar görmek istedi. O haftayı umutla geçirdim, sonra ikinci bir hayal kırıklığı. Teorik olarak hamileyim, ama değilim de. En kötüsü hep, arada kalmak.
-Ne önerdi doktor bu aşamada?
-Hamileliğin getirdiği hormonlar vücutta büyük değişimlere sebep oluyor. Bunların bir süre daha devam edeceğini, sonra duracağını söyledi. Kararı bana bıraktı. “Kürtaj ile sonlandırabiliriz ya da doğal yolla düşmesini bekleyebilirsin” dedi. Bekledim. Dört hafta sürdü. Çok ayrıntısıyla anlatmanın alemi yok galiba. Çok acılı, sancılı bir süreç. Öyle birkaç saat de sürmüyor. Bir hafta sürdü, her gün bir öncekinden kötü. Bir de insan bilmiyor ne olacağını, nasıl olacağını. Bu arada vücudum hamilelik devam ediyormuş gibi davranmaya devam etti. Her şey bittiğinde ben neredeyse üç aylık bir hamileliğin sonunu gördüm. Annem kürtaj olmamı önerdi bu arada. “Düşük yapmak kolay değil, ‘ham meyvayı koparmak gibi der kadınlar’ dedi bir defasında. Bu, bana o an çok rahatsız edici geldi, kızdım. Ama o aralar her şeye kızgınım. Bir öfke bulutunun içine girip çıkıyorum durmadan. Sonradan biriyle konuşurken, o bana bu benzetmenin aslında edebi bir değeri olduğuna işaret etti. Yine de hoş gelmiyor hala kulağıma.
-Öfken neye?
-İşte hayal kırıklığı öfke getiriyor. Önce kendime. Orda hızlı hareket ettim, şuna sinirlendim, şurada şunu yedim… Sürekli sebep arıyor insan. Kendini suçluyor. İleri yaş hamileliklerinde yük daha büyük. Sen kendine durmadan “neden bu kadar bekledim” demiyorsun aslında, çünkü senin var sebeplerin. Kaybın karşısında üzülen bazıları “çok geç kaldın, vah vah” demekten çekinmiyorlar pek. Bu duymaya ihtiyacın olan en son şey. İşte biliyorsun yargılamak dünyanın en kolay meşgalesi. Bununla meşgul olmayı sevenler çok. Sinir bilimi alanında çalışan bir arkadaşım bu öfke anlarından birine denk gelip, bana kaybın benim yapıp, ettiklerimle alakası olamayacağını açıkladı bir gün. Hücresel düzeyde bir şeylerin en başta yanlış gittiğini söyledi. O zaman ikna oldum. Yalnız bu konuşmada “boş gebelik” gibi bir laf etti, onu duymak kötü geldi çok.
-Neydi yanlış boş gebelik tabirinde?
-İşte boş olması. Bu çok acayip bir his, tam da bunu anlatmak, paylaşmak lazım galiba. Ortada bir kayıp var ama neyin kaybedildiğini pek de bilmiyoruz. Bebek diyemeyeceğimiz bir varlık, fetus diyelim hadi. Fiziksel büyüklüğü çok küçük olduğu için hafifseniyor. Arkasından yas tutulamayacak kadar yok. Oysa daha bir hafta evvel herkesi sevince boğdu. Attığım her adımdan, yuttuğum her lokmaya kadar bir farkındalık getirdi bana. Ailelerimiz sevinçten delirdi. Sonra kaybedileceği öğrenilince eşit şekilde coşkuyla üzülünmüyor buna. Bu aradaki fark o kadar büyük ki, insan tepe taklak oluyor. Sen de sevindiğin denli üzülemiyorsun. Oysa içinde bulunduğun hal basbayağı yas ama “üzüntümü çok belli etmeyeyim ayıp olur,” gibi bir şeyler kafanda. Bir yandan, bir sonraki aşamada ne olacağını bilememek, kendi sağlığın için endişelenmek falan filan derken ağırlaşıyorsun birden. Bir gün kendime “ya ben ne hissediyorum?” diye sordum. Hiç! Hiçbir şey. Boş idi aklıma gelen tek kelime. Boş hissediyorum. Doğru söylüyor yani arkadaşım, boş gebelik derken, ama kabullenmesi zor.
-Yas neden tutulamıyor?
-Bilmiyorum, ama tutulmalı. Bu bir olay, başımıza geliyor. Bitmesini bekleyip, bir sonraki hamileliğin yolunda gideceğini umarak geçiştiriyoruz. Bu arada etrafımızda garip bir durumlar var. Herkes “geçmiş olsun” diyor mesela. Ne geçiyor, ne geçti, hastalık muamelesi mi yapalım buna şimdi? Japonya’da Mizuko Kuyo tapınakları var. Şu ya da bu nedenle yaşama tutunamamış çocuklar için insanlar heykeller yapıyorlar, arada bir yerde kalmış çocukların tanrısı Jizo’ya sunuyorlar bu heykelleri. Mizuko Japoncada “sudan çocuk” demekmiş. Budizm’in hayatın sudan geldiği inancına dayanıyor galiba. Yalnız 1960ların sonlarında Japonya’da bir nedenden kürtaj sayısında muazzam bir artış yaşanıyor, bunun üstüne bu tapınaklar çok yaygın hale geliyor. Heykele para veriyorsun tabi, tapınağa da. İşin suyu çıkmış yani. Bir yandan da bu tapınakların iyileştirici yanları çok ortada. Ve bu kadınların icadı bir gelenek. Sadece düşük yapanlar değil, kürtaj olanlar, doğumdan hemen sonra kayıp yaşayanlar herkes gidiyor. Yani, Japonya’da bir kadın, doğumla ilgili yaşadığı bir kaybı kültürel olarak tanıyabiliyor. Biz saklıyoruz. Hele kürtaj meselesi büyük bir sır.
-Etrafındaki kadınların desteği ne yönde oldu?
-Biz toplumca bir acıyla savaşmak için, daha kötü acıları kullanıyoruz. Daha kötü durumlar üzerinden, halimize hatta şükrediyoruz. Bu çok sağlıksız, hatta hastalıklı bir hal bana kalırsa. Hem başkalarının acılarını kullanıyorsun, hem kendininkini hafifsiyorsun. Atlattığın durumun sende bıraktığı tahribatı basbayağı yok sayıyorsun. “Şimdi ben bunu yaşıyorum ama neyse ki daha kötüsü olabilirdi, olmadı, dur ona şükredeyim.” Bu yol, yol değil. İyi bir rehabilitasyon değil bu. Yeniden hamile kalacağına dair temennileri, avuntuları duymak da iyi gelmiyor. Bir sonraki, bu kaybın acısını hafifletmiyor.
-Nasıl olmalı peki?
-E konuşmak lazım olanı biteni. Kadınlar konuşmuyor, bazen birbirleriyle bile. Ancak senin başına geldiğinde kadınlar, kendilerinin de başlarına geldiğini söylüyorlar. Ben birtakım arkadaşlarımdan bu itirafları duyunca afalladım mesela. Neden konuşmuyoruz bunları? Çünkü ayıp, günah, sakıncalı. Oysa ben çok eminim bunlar kadınlar için hiç kapanmayacak yaralar hayatlarında. Sadece arkalarında bırakıyorlar, yaşadıklarının üstünden zaman geçiyor. Olan bu. Kimse unutmuyor yaptığı düşüğü, olduğu kürtajı. Ama biz bunları konuşamayız. Diğer yandan düşük yapmak, kürtaj olmak öyle pek üzerine sohbet etmek isteyeceğin meseleler de değil yani. Ancak çok yakın hissettiğinle konuşabilirsin. Ağır çünkü. Ama bunlar ayıp diye konuşamamak çok kötü bir şey.
-Yaşadığını yaşamış olan kadınlarla konuşmak rahatlattı mı hiç?
-Biraz galiba. Ben konuşamadım pek, hatta kaçtım. Yalnız değildim ama, kaybettiğim bebeğin diğer sahibi hep yanımda oldu, onunla dayandık birbirimize. Ama bunları yaşayan kadınları düşündüm çokça. Bir kadın tanımıştım. Babaannesi Niğde’nin bir köyünden kasabaya hastaneye yetiştirilemediği için yolda kanamadan ölmüş. Düşük yapıyormuş. Babaanesinin hikâyesinin peşinden gitmişti bu tanıştığım kadın, en son Kadın Araştırmaları’nda doktora çalışmasını sürdürüyordu Bunlar insanın içine taş gibi oturan, sahiden bir insanı ömrü boyunca peşinden sürükleyecek acılar. Bir kadın düşük yaparken, kürtaj olurken onun içinde bulunduğu ruh hali hakkında kimse yorum yapamaz. Bunun üstüne ahkâm kesemez, politika yapamaz. Ben öyle pek dini inancı kuvvetli biri değilim, mümkün olduğunca dünyada kalmaya çabalıyorum. Ama yani varsa uhrevi bir dünya sahiden, hamileliği biten bir kadın yaşam ile ölüm arasında bir yer duruyor. Kadınlar karınlarında yaşamı, ölümü taşıyor, bazen kendisi de ölüyor. Sen daha ne diyebilirsin bu kadınlarla ilgili? Tek yapılan onları susturmak. Bunlar ayıp, günah, şu, bu diye susturmak. Konuşalım bunları, hep konuşalım.
-Sen gitmek ister miydin bahsettiğin Mizuko tapınaklarından birine?
-İstemezdim, dediğim gibi dünyada kalmaya çabalıyorum, ama her zaman en kolay, en mümkün olanı bu değil tabi. İngilizce bir web sitesinde insanlar düşük yapma tecrübelerini paylaşıyorlardı. Sitede bir köşeye kayıpları için sanal çiçekler ekiyorlardı, unutma beni çiçekleri. Onu da yapamadım, aptalca geldiydi çok. Bir kapanış, bir veda lazımsa bu anlattıklarım olsun o zaman. Belki biri okur da yalnız olmadığını hisseder, yalnız olmadığını bilmek, neden bilmiyorum ama çok, çok önemli.
Kiraz Akın’ın röportajı daha önce 5harfliler sitesinde yayımlanmıştır.