Saat dört buçukta annemlerin zoruyla yataktan kalkıp arabada uyumaya devam ettim. Yunanistan ile başlayan upuzun bir yolculuk bizi bekliyordu. Yolun ilk kısmında ben uyudum. Araba birden durduğunda uyandım. Yunanistan gümrük kapısının önünde tam otuz kilometrelik bir sıra vardı.
Babam da sırayı bekleyemeyeceğimizi, açlıktan öleceğimizi düşünüp İpsala Köyü’ne doğru döndü. 30 Ağustos törenleri yapılıyordu. Her yerde askerler vardı. Karnımız çok acıkmıştı. Bir çay bahçesinde oturup sıranın uzunluğu hakkında konuşmaya başladık. Bu arada çayları getiren abi konuşmamızı duyup “Gümrükte üç gündür sıra var. İnsanlar günlerdir bekliyor. Size bir kestirme yol söyleyeceğim, oradan gidin. Sizi gümrük kapısın üç kilometre önüne çıkartacaktır.” dedi ve yolu tarif etti. Onu dinleyip kaynak yapmamıza rağmen sıra hareket etmiyordu. Üç kilometreyi tam beş saatte geçtik. Kaynak yapmasak, kim bilir kaç saatte geçecektik.
Artık Yunanistan’daydık ve trafik açıktı. Bir buçuk saatte feribota bineceğimiz yere varmıştık. Feribota son saniyede yetişmiştik. Biz bindiğimiz anda kapılar kapandı ve feribot Thassos adasına doğru yola koyuldu.
Feribottan indiğimizde güzel bir restoranda geç bir öğlen yemeği yedik ve çok önemli bir şey fark ettik. Yunanistan’da porsiyonlar gerçekten çok büyüktü.
Yemekten sonra otelimizin yerini aramaya koyulduk. Bir marketin önünde sormak için durduk. Market sahibi Şililiydi ve İngilizcesi biraz tuhaftı. Ona otel kağıdını gösterdik. O da oteli aradı ve otelin sahipleri gelip bize otelin dolu olduğunu söylediler. Başka bir otelin sahibini aradılar. Orası boştu ve kalmaya karar verdik. Şirin bir odaydı. Eşyalarımızı yerleştirip denize gittik. Deniz çok sıcaktı. Hayatımda ilk defa ısınmak için denize girdim.
Akşam denize girdiğimiz yerin yakınındaki bir restoranda yemek yedik. Ancak yemeğimizi bitiremedik çünkü porsiyonların çok büyük olduğunu unutmuştuk. Yani aklınızda bulunsun, bir gün Yunanistan’a yolunuz düşecek olursa, iki kişiye bir porsiyon söyleyin… Ertesi Aliki adlı bir koya denize girmeye gittik. Çok güzeldi, bütün adadaki Türkler sanırım oradaydı. Siz de gidin mutlaka.
Thassos’ta iki gece kaldıktan sonra, Makedonya’ya doğru yola koyulduk. Gölün kıyısındaki otelimiz, annemin dediğine göre, komünist dönemden kalmaydı. Odada çevirmeli telefon vardı. Kardeşim o telefonu görünce bu ne diye sorup sayılara basmaya çalıştı. Ohri’ye yemek yemeye gittiğimizde, bisikletli bir abi bize selam verip durmamızı işaret etti. Sonra yarım Türkçe’si ile adının Şenol olduğunu ve otel arayıp aramadığımızı sordu. Ancak biz önceden başka bir otele rezervasyon yaptırmıştık. Babam “Bir dahaki sefere” dedi ve Şenol abi ona otelin kartını verdi.
Babamın dedeleri Balkan Savaşları yıllarında Makedonya’dan Türkiye’ye geçmiş yani ben Makedonyalı oluyorum. Akşam Ohri’de bir restoranda çömlek kebap yedik, sonra da güzel bir dondurma yiyip otele döndük.
Sabah kalkıp St. Naum Manastırı’nı gezdik. Annemin çok sevdiği “Yağmurdan Önce” filmi orada çekilmiş. Bu yüzden annem oraya gitmeyi çok istedi. Ben biraz büyüdüğümde benimle seyrederlermiş. Manastırın bahçesinde birçok tavus kuşu vardı.
Gölün kaynağının yanında bir restorana oturduk ve gölün kaynağı olan nehirde bir kayığın dolaştığını gördük. Onun kalktığı yere gidip bir kayık turu olduğunu anladık. Tura katılmaya karar verdik. Kayığın küreklerini çeken abi aynı zamanda rehberlik yapıyordu.
Orası UNESCO tarafından koruma altındaymış. Üç metre derinlikte dibindeki yosunun yaprağı seçiliyordu. Dünyanın en temiz kaynak suyuydu.
Ertesi gün sabahtan Karadağ’a doğru yola koyulduk. Makedonya’dan Karadağ’a Arnavutluk’un içinden geçerek gidecektik. Arnavutluk’un yamuk yollarının içinde kaybolduk. Dağlarda virajlı yollara girdik ve kardeşimin midesi altüst oldu. Kardeşim “Barajlı yol, barajlı yol” deyip duruyordu. Arnavutluk’un şehirleri çok karışık ve düzensizdi. Babam bir posta da yolu şaşırıp şehrin içine girince iyice geciktik.
Karadağ’da Kotor yakınlarında kalacağımız otele vardığımızda saat altı olmuştu. Deniz çok hızlı derinleşiyordu. İki metre yürüdükten sonra aniden su seviyesi üç dört metreye çıkıyordu. Denize girdikten sonra Kotor’un merkezine gittik. Bir kale vardı ve restore etmişlerdi. İçi çok büyüktü. Eski evlerin içinde insanlar yaşıyordu. Kiliseler hala kullanılıyordu. Hatta surun önündeki hendek bile duruyordu.
Kalenin içindeki bütün restoranlarda tenis seyrediliyordu. Keşke Türkiye’de de öyle olsa. Kalenin içinde dolaşırken kendimi Ortaçağ’da yaşıyormuş gibi hissettim.
Otele döndüğümüzde annem ve babam balkonda oturup şarap içerek yıldızları seyretmeye başladılar. Bütün yıldızlar gözüküyordu. Ben de uyudum.
Sabahleyin erkenden kalkıp denize girdik ve yola çıktık. Dubrovnik’te mola verip bir kere daha denize girdik ve yola devam ettik. Hırvatistan’da Zadar diye bir yere gidiyorduk. Garip bir şekilde Hırvatistan’da bir şehirden bir şehre geçerken Bosna-Hersek’ten de geçtik.
Zadar’da önceden ayrılmış bir otelimiz yoktu. Bu yüzden otel aramaya başladık. Toprak kortu olan bir otele girdik ve orası ile anlaştı babam. Otelin sahibine “Ben de tenis oynuyorum” dedim. Zaten o da aynı zamanda tenis hocasıymış. Onlar ne kadar iyi olduğumu sordular ve beni oynama davet ettiler. Sonra onun oğlu olan on dört yaşında bir Tenis Europe oyuncusuyla oynadım. Benden çok daha iyi oynuyordu, ancak eğlenceli bir maç oldu. Bir sonraki yaz onun babasının düzenlediği tenis kampına gidebileceğimi söyledi annem. Arkadaşıma görüşürüz deyip yola çıktık.
Türkiye’ye dönerken, babam daha fazla otoyoldan gidebilmek için Sırbistan’ı tercih etti. Ama yine de dağlık yola girdik ve beş kilometrelik tünellerden geçtik ve Belgrad’a geldik. Belgrad’da otel aramaya başladık ve şehirde kaybolduk. Akşam olmuştu, ben arabada uyudum. Sonunda bir otel bulduğumuzda çok sevindim. Resepsiyondaki abi çok sempatik ve güler yüzlüydü. Bize çikolata hediye etti ve hızlı davrandı. Yatağa yatar yatmaz uyudum.
Sabah kalktık, kahvaltı edip yola çıktık. Bulgaristan’da öğlen yemeği yedik. Edirne’ye vardığımızda akşam üzeriydi. Babamın arkadaşının tavsiye ettiği otelde kaldık ve otelin içindeki barda yemek yedik. Güzel bir yemekti. Sonra odaya çıkıp uyudum.
Sabah kalkıp Selimiye Camii’ni gezmeye gittik. İlk başta dışarıdan baktık. Sonra da içeriye girdik. İçeriden bakılınca kubbe daha görkemliydi. Bu yapının beş yüz yıl önce yapıldığını düşününce içime garip bir his geldi. Camiden çıkıp macun yedim. Aklıma anneannemin takma dişlerinin macuna yapışması geldi.
Odaya döndük. Son bir kez eşyalarımızı da toplayıp İstanbul’a, evimize doğru yola koyulduk…