Hani bir şey ters gider hayatta, hatta gitti mi bir sürü şey birden ters gider, bir anda tepetaklak olmuş, dibe batmış hissedersin. Battıkça batarsın, ama bilirsin ki an meselesidir düştüğün dipten yeniden ayağa kalkman, en dibe batacaksın ki yerden güç alıp yeniden yükselesin. Bilirim herkesin vardır böylesi dipleri.
Şimdi, bugünlerde yine yaşıyorum o dibi, ben, sen, o, her birimiz, toplum olarak, dünya denen karaya dönmüş mavi renkli gezegenin dört bir yanında… Teker teker kendi küçük dar sokaklarımızda ve hep beraber haykırarak geniş sokaklarda…
Üç ağaç, beş ağaç, bir can, bir can daha, iki can etmiyor milyonların yüreği oluyor, iki can yetmiyor, Ethem ölüyor, Mehmet ölüyor, Abdullah Cömert ölüyor… Yakartop oynardık kalan canlarımızla, çıkan arkadaşları geri alırdık oyuna, Abdocan da elinde kalan tek bir canıyla arkadaşlarını geri almaya çalışıyor, Medeni ölüyor, koca bir ülke ediyor, Ali İsmail korkmuyor, daha kaç can gerekiyor? Ahmet ölüyor, dünya ölüyor, dünya ölüyor, tamam diyorsun artık yeter, onlarcanın gözü çıkıyor, dibi gördük, gelmiyor o en dip: kasetler, ayakkabı kutuları çıkıyor, ses kayıtları, lanet olası daha ne kadar batabilir ki insanlık?
Vicdanın kilosu olur mu? Oluyor, topluyorsun, çıkarıyorsun, ede ede 16 kilo ediyor, yürekler tek bir ismi haykırıyor, Berkin Elvan gidiyor…
“On dört yaşı diken ile kaplanıyor”
Şarkılardan nefret ediyorsun…
“Ya Basta!” diye haykırmıştı Zapatistalar, işte öyle haykırıyorsun: Artık yeter!
Ama gelmiyor, bir türlü görünmüyor dip, hani o basıp da yukarı çıkacağın o kahrolası en dip gelmiyor, Berkin ekmek almaya gidiyor, geri gelmiyor… 2,5 yaşındaki kızına sarılmak, sımsıkı sarılmak istiyorsun, sarılamıyorsun, sarılsan suçlu hissediyorsun, çocuklarına artık sarılamayacak anaların gözlerinden utanıyorsun, lokmalar diziliyor boğazına, ekmek görmek istemiyorsun, ekmek olmak istiyorsun, evet sadece bir somun ekmek olmak istiyorsun, Berkin’in koşup getiremediği ekmek olmak istiyorsun, biliyorsun bundan böyle hiçbir anne çocuğunu içi burkulmadan ekmek almaya gönderemeyecek, ekmeğimizde artık kan sesleri var…
Bir ana haykırıyor:
“Dünya cennettir, bir parça ekmekle insan doyuyor”
Ama kimilerinin gözü doymuyor. İnsafa gelir sandıkların bir türlü insafa gelmiyor…
Hrant’ın ayakkabısının altındaki delikte, Uğur Kaymaz’ın 12 yaşındaki bedenine saplanan o on üç kurşunda çıkmayan vicdan, bir somun ekmeğe çıkacak sanıyorsun, çıkmıyor kahrolası çıkmıyor ortaya, o en dip yine gelmiyor, uyusan uyuyamıyorsun, uyansan uyanamıyorsun…
Anneliğinden utanıyorsun, ana baba olmak hiç bu kadar ağır gelmiyor, 16 kiloyu hiçbir vicdan tartmıyor… Tek istediğin bir dost omza başını dayamak bu saatten sonra…
Berkin’i milyonlar geri getirmek isterken başka bir can daha gidiyor… Burakcan ölüyor, kurban gidiyor kirli oyunlara, oyunlarına… Yakartop böyle oynanmaz ki, canla can alınmaz ki? Yakartoptan, oyunlardan nefret ediyorsun. Oysa sen biliyorsun… anaların gözlerinden babaların sözlerinden biliyorsun… yavrunun gözlerine bakamıyorsun… Belki sokaklarda bir slogan daha fazla söyleseydim, bir tweet daha atsaydım, ne bileyim bir yazı daha yazsaydım, bir şarkı söyleseydim, belki önleyebilir miydim tüm bunları? Gerçekler açığa çıksın diye bir video daha paylaşıyorsun… olmuyor, en dip bir türlü görünmüyor, bilgisayar başında oturup kilometrelerce uzaktaki ülkenden beyaz atlarına binip giden küçük prenslerden haber almaya çalışmaktan gözlerin acıyor, sinirden, öfkeden, ağlamaktan için kuruyor…
Kızının sarı saçlarında, ela gözlerinde, beyaz teninde, devlet dersinde öldürülen Ceylan’ın siyah koca gözlerini, Berkin’ın kara kaşlarını görüyorsun… devletten de derslerden de nefret ediyorsun, bir tek çocukları seviyorsun, bir de çocuklar ölürken susmayanları, o çocukları seven diğer yürekleri seviyorsun… kelimelerden, ağıtlardan da nefret diyorsun ama olmuyor, yazmasan çatlayacak gibi oluyorsun… Deliriyorsun…
******
Yıllar önce, Berkin’in doğduğu sene deprem bölgesinde hayatı normale döndürmek amacıyla bir vakfın çalışmalarına katılırken “travma sonrası stres bozukluğu” eğitimleri almıştık. En önemli aşamalarından biri anlatmak, anlattırmaktı. On dört yıl sonra durup dururken değil, teker teker çocuklar bilerek isteyerek öldürülürken bu eğitimi hatırladım yeniden. Sözün bittiği yer olduğunu bile bile sohbetlerde, internette her yerde bir şeyler anlatmaya çalışıyoruz, kimi zaman bak bu rezillikleri de bilinirse belki insafa gelir birileri diye ama artık Berkin’in cenazesinden sonra yaşananlar da gösterdi ki vicdan, onur ve insaf gibi değerler kimilerinin gönül evine hiç uğramamış.
Bir eylemde yazmışlar “269 gün toprak almaya utandı, siz utanmadınız diye”… Koca bir kabusta gibiyiz, bağırırsın bağırırsın kimse duymaz ya sesini ve bir süre sonra sen bile duyamaz hale gelirsin kendi sesini…
Biz çocuklarımıza içinde şiddet sahnesi olmayan bir çizgi film bulacağız diye kılı kırk yaraduralım, yolda yürürken, bir ağaca sarılırken, cenaze dönüşü, parkta otururken böcek ilaçları gibi üstümüze sıkılan gazlar, plastik mermiler, kafamıza yediğimiz gaz kapsülleri, coplar ve onca ölüm yetmezmiş gibi en çok da sesimizi duyuramadığımız bu kabustan dolayı travma yaşıyoruz… İktidar ve para hırsıyla gözü dönmüş bir avuç zalim yüzünden evet koca bir toplum travma yaşıyoruz… Dayanamıyoruz söylemeliyiz, söylemezsek öfkeden ikiye yarılacağız, kendimden biliyorum.
11 Mart 2014 Günü
Berkin’in ölüme son direndiği gece, onun yaşadıklarından habersiz korkunç bir baş ağrısıyla uyuyamamıştım nedensiz. Ertesi sabah birkaç hafta önce Seafort adındaki eski bir Alman kasabasında kilisenin hasat şenliği sırasında tanıştığım Father (Peder)Jim Türk olduğumu öğrenince Negril’de yaşayan bir Türk tanıdığını söylemişti. Biraz internet araştırması sonucu dört yıldır Jamaika’da yaşayan Emrah’ı bulup, daveti üzerine 11 Mart günü çalıştığı otelde gerçekleştirilen Kültür Günü’ne gittim Serena’yla. Yüz yüze ilk kez karşılaşmamızın merhaba, nasılsınız’lardan sonraki belki üçüncü cümlesi “Çocuk öldü” oldu.
Sabah toparlanıp bir saat uzaktaki Negril’e gitme telaşı içinde internete bakamamıştım. Kalakaldım. Evet, belliydi, 16 kiloya düşmüştü, ama Berkin direndi, 268 kere bunu görmüştük. “Uğursuz adam aradı ondan gitti çocuk” derken Emrah, ben iki gün önce sahilde Jamaikalıların ve turistlerin meraklı bakışları altında elimde bir taş parçası, kumlara #DirenBerkin, #UyanBerkin yazışımı hatırlıyordum… Sonra dalgalarla yazının silinişini.
“Suya yazdım adını affet beni çocuk, dalgalar adını alıp götürmese, 270. günü görürdün belki” diyorum içimden. Kendime kızıyorum.
Jamaika’da iki Türkiyeli, aklımızın yarısını zor tutuyoruz. Otel sahibinin kurduğu vakfın çocuklara kütüphane oluşturmak için düzenlediği şenlikte biz yasımızı tutuyoruz. Saatler geçiyor, Negril’deki çeşitli okullardan gelen Berkin yaşında çocuklar aylardır hazırlandıkları şarkıları söylüyorlar, oyunları sergiliyorlar, alkışlıyoruz, biz orada 2 Türkiyeli Berkin’in direnişini alkışlıyoruz… Saatler geçiyor, sohbet derinleşiyor, Serena ilk kez gördüğü Emrah abisinin omuzlarında oyunlar oynuyor, biz iki “zıt” siyasi geçmişimizle aynı çocuğun yasını tutuyoruz… Bağış yapıp, kütüphanenin duvarını oluşturacak iki tuğlaya Berkin’in adını yazıyoruz, rastgele iki tuğlaya… sonradan fark ediyorum aradaki tuğlaya başka birisi “One Love” yazmış… Sonra bir ara “Din işte böyle kitleleri uyuşturuyor” diyor Emrah.
Aylardır yıllardır Türkçe konuşmaya hasret anlatıyor, ben o gün bir insanla tanışıyorum, ben o gün hayatımda ilk kez eski bir ülkücüyle sohbet ediyorum, elinde telefon Türkiye’den haberleri aktarıyor, bir ara Milli Eğitim Bakanı istifa etmiş diye haber veriyor, çölde bir parça su bulmuş gibi sevinecek oluyoruz, dedim ya toplumca travma yaşıyoruz, Berkin ölüyor, biz istifaya seviniyoruz, ha zaten o da serapmış, ona da eyvallah diyoruz…
Boy boy kara kara çocuklar “One Love”ı söylüyor, sanki Berkin “Çocuklar öldürülmesin ekmek de alabilsinler” diye bağıra bağıra onlara eşlik ediyor… O andan sonra dünyanın bütün çocukları Berkin’in haşarı gözleriyle bakıyor, onun çocuk sesinde şarkılar söylüyor, ben artık gözyaşlarımı tutamıyorum, kızım görmesin diye sırtı bana dönük şekilde kucağıma oturtup ritme kendimi kaptırıyorum.
One love, one heart (Tek aşk, tek yürek)
Let`s get together and feel all right (Haydi bir araya gelelim ve iyi hissedelim)
Hear the children crying (Çocukların ağladığını duy)
Hear the children crying (Çocukların ağladığını duy)
Let them all pass all their dirty remarks (Bırak onların tüm kirli düşünceleri geçsin gitsin)
There is one question I`d really love to ask (Gerçekten sormak istediğim bir soru var )
Is there a place for the hopeless sinner?
Who has hurt all mankind just to save his own?
Sadece kendini kurtarmak için tüm insan ırkını inciten /Umutsuz bir günahkar için bir yer var mı?)
Believe me (inan bana)
One love, one heart (Tek aşk, tek yürek)
Let`s get together and feel all right (Haydi bir araya gelelim ve iyi hissedelim)
As it was in the beginning (Başlangıçta olduğu gibi)
So shall it be in the end (sonunda da öyle olsun)….
One more thing
Bir şey daha
Let`s get together to fight this Holy Armageddon (Şu Kutsal Armagedon ile savaşmak için bir araya gelelim)
So when the Man comes there will be no, no doom (Öyleyse insan yola geldiğinde, acı akıbet olmayacak )
I`m pleading to mankind (İnsan ırkına yalvarıyorum)
Gözüm tuğlalara yazdığımız Berkin’de, Bob Marley’nin sözleri okul korosundaki Jamaikalı çocukların detone, ürkek seslerinde o gün olduğu kadar anlamlı bir daha hiç olmayacak. Onu biliyorum. Oysa şarkılar, şiirler tüm anlamlarını Berkin’in bedeniyle beraber kaybetmediler mi? Niye dinliyorum, niye hâlâ buradayım?
Hayat devam ediyor… Neden sonra sahneye oralı kırık bir genç çıkıyor, çocuklardan daha da detone hiç duymadığım bir şarkıyı söylüyor, zaten kafam yerinde değil, hiçbir şeye tam odaklanamazken sözcükler kulağımda çınlamaya başlıyor…
All my friends which passed away /Meet me at the river some day/To all my fallen friends (Göçüp giden tüm arkadaşlarım/Bir gün nehirde buluşalım/ Düşen tüm arkadaşlara )
Life goes on/ on and on/Till we meet again (Hayat devam ediyor/ durmadan devam ediyor/Yeniden buluşana kadar)
My friend died which he never deserved at all (Arkadaşım öldü/hiç hak etmeden öldü) …
Jamaika’da düğünler gibi cenazelerde de şarkı söyleyip dans ediyorlar, dersin ki bugün orada kendi usullerinde Berkin’e cenaze töreni yapıyorlar. Oysa hiçbirinin haberi yok, biz orada sadece iki Türkiyeli yasımızla baş başa, şaşkın, kırgın, öfkeliyiz…
Kapanış konuşması için Father Jim elinizi göğsünüze koyun ve iyi bir dilekte bulunun diyor, içimden Berkin diyorum, bir de değişsin artık bu oyunun kuralı, yakar top böyle oynanmaz ki diyorum, hıçkırıklarımı tutamıyorum, bir bakıyorum karşımda tanımadığım bir turist kadının gözleri doluyor…
Ben o gün denizin içine batan kızıl güneşle son kez Berkin’in adını kumlara yazıp ölümsüzlüğe uğurluyorum kara kaşlı küçük prensi…