Kiremit rengi çerçevesi oldu hep gözlüklerinin. Zor görür ama çok okurdu. Siyah küçücük gözleri iyice görünmezleşirdi renkli camların ardında… Bir şey oldu sonra… Gözlükleri ve okumayı bıraktı.

Yok hayır ölmedi, şükür hâlâ hayatta. Birbirimizi senede bir kez yarım saatliğine görüyoruz. Onun değil benim tercihim. Önce o benden vazgeçti, sonra ben ondan. Şimdi o beni geri istiyor, ben de onu. Ama hayır, şimdiki haliyle değil, bir zamanlar onu tanıdığım haliyle istiyorum. O benden o halini sakladıkça, şimdiki zamanımı ondan sakınıyorum…

Neler neler oldu biz birlikte büyürken. Doğduğumda henüz liseye gidiyormuş ama yaşı büyükmüş. Çünkü ilkokuldan sonra dört yıl boşluğu var. Babaannemin hastalığını bahane edip evermişler teyze kızıyla. Lakin teyze kızı köydeki en yakın arkadaşının yavuklusuymuş. Elini sürmemiş kıza. Sonra kendi elceğiziyle kaçırmış iki sevgiliyi köyden. Adı “godoş”a çıkınca da duramamış, soluğu şehirde almış. Daha 16’sındaymış. Birkaç yıl kahvehanelerde garsonluk, inşaatlarda amelelik etmiş. Derken elinden tutmuş birileri önce ortaokula sonra liseye gitmiş. Dört yaşımdaydım ilk öğretmenlik ataması yapıldığında. 1978’di. Annemi, beni ve iki erkek kardeşimi ardına takıp dağ köylerine savruldu. Saygın biriydi, az şey değildi köy öğretmeni olmak o zamanlarda. Sonra bir kasabaya tayin edildi. Almancılar yazları gelip ev yaptırıyorlardı. Onlara apartmanlar yapmaya başladı. Gözünü aldı kazanabileceği para. Bıraktı öğretmenliği, aldı küçük kardeşini yanına inşaat şirketi kurdu. Çok geçmedi inşaatta düşüp kırdı kolunu. Birkaç gün sonra kasadaki parayla birlikte amcam da terk etti kasabayı. Onu ilk kez o zaman gördüm ağlarken. Çaresizdi. İhanete uğramıştı. Kolu yanlış kaynadı. Aylar sürdü iyileşmesi. Dibe vurduk o kış hep birlikte. Defterlerim hep tek ortalıydı, utanıyordum ödevlerimi göstermeye öğretmenlerime. Oysa babam da öğretmendi benim, kıymeti yoktu kaç ortalı deftere ödev yapıldığının onun gözünde. Bu arada beş kardeş olmuştuk. O yoksulluğun sonunda hastalığını geç fark ettiğimiz en küçük kardeş öldü. Elimden tuttu, postaneye gittik. Ankesörlü telefondan babaannemi arayıp: “Ana yavrum öldü benim” diye ağlayışını hatırlıyorum. Hemen ardından döndü yine öğretmenliğe. Çünkü çocukları hastalandığında doktora götürebilmek istiyordu. Ama bir yandan da sanki ölen kardeşle birlikte öldürdü hepimizi… Bir daha yüzümüze alıcı gözle bakmadı hiç, aramadı bakışlarımızda kendi aksini… Güçten düştü ve bizi annemin “en iyi savunma saldırıdır” düsturunu hatırlatan savunma mekanizmalarına terk etti…

Bütün bunları şimdi düşünebiliyorum, o zamanlar hikâyeyi böyle tastamam (belki de hâlâ yarım yamalak, kim bilir) anlatamazdım. Beklentisi olan bir çocuk sayılmazdım. Çünkü bir müddet sonra yine beş çocuklu olan ailede ne zaman bir şey istesek “kardeşin de ister”, “ama o senden küçük” gibi cümlelerle avutulduk. Bir şekilde bunca görünmezlik arasında birbirimizin ihtiyaçlarına uyanık büyütülmüş olduk. Ne yalan söyleyeyim, babamın her sene birkaç çocuğun üstüne başına destek olan bir öğretmen olmasıyla gurur da duyuyordum. O gurur her anlamda ihmal ediliyor olmamı son derece haklı gösteriyordu. Elinden tutup okula gitmek, yol boyunca güzel sesinden halet-i ruhiyesi meyanında türküler dinlemek, hiç ama hiç konuşmasak da gurur veriyordu bana. Oradan oraya tayin edilirken arada onun sınıfında öğrenci olduğumda sınıfın en kötü davranılan çocuğu olmak da zoruma gitmiyordu. Çünkü biliyordum ki babam sınıfın önünde beni kayırmadığını göstermeye çalışıyor, hem kendini hem beni aklıyordu.

Ama bir şeyi daha biliyordum. Babam beni görmüyordu.

İlkokula 5 yaşımda başladım. Çünkü her sabah kahvaltımı edip, annemin siyah elbisesinden bozup yaptığı önlükle gittiğim ve aslında bir oyun yeri gibi gördüğüm okulda (birleştirilmiş sınıf, birler, ikiler, üçler aynı sınıfta) farkına varmadan öğrenmiştim okuma yazmayı. Müfettiş birini tahtaya kaldırmak için sınıfa baktığında saç rengim yüzünden ilk beni seçti. Birinci sınıfların sırasında oturuyordum o yüzden hemen arkasındaki fişlerden birkaç soru sordu. Babam sıkıntıdan kıpkırmızı olmuştu. Korkmuştum ben de. Ama cevap verdim. Verdiğim cevaplar doğruydu. Adımı sordu müfettiş. Söyledim. Baktı, yoklama defterinde bulamadı. Sonra fark etti ki ben babamın kızıyım. “Hoca niye yok bu çocuğun kaydı” diye sordu. Zavallı babam utana sıkıla “o benim kızım, öylesine geliyor okula” dedi. Adamcağız babamın sıkıntısını anlayıp “Hemen kaydedin, boşuna zaman kaybetmesin” diye rahatlattı. Ama ben bir temiz azar işittim teftiş işinden sonra. Babam ilk kez cezalandırdı bir başarımı. Ve sonra hep cezalandırdı beni. Ne yapsam ne etsem ne söylesem hak ediyordum cezayı. Başkalarının gıpta ettikleri bir kız çocuğuydum. Ama bir türlü giremiyordum babamın miyop-astigmat gözlerinden içeri.

Memelerim çıkana kadar en azından etrafında dolaşmama, gidip inşaatta yardım ediyormuş gibi yapmama, diğer çocuklarla, hayvanlarla oynamama ses etmiyordu. Kızmıyor ama ses de etmiyordu. Memelerimi fark ettiği gün bu da bitti. Görmezden gelmenin, sessizliğin yerini eve gönderme azarları aldı. Anlamıyor değildim ne olup bittiğini, “koca kız olmuştum artık”, ama buna alışmak çok zordu…

Derken babamın Kur’an okuduğunu gördüm. Biliyordum zaten okumayı, onu da mahalledeki çocuklarla birisinin babasından öğrenmiştim. Bir gün elime mushafı alıp yanına oturdum. Sesli okuyordu. Takip ettim. “Biliyor musun ki sen?” dedi. Hemen okumaya başladım. Kem kümdüm, kırık döküktüm, korkudan sesim de titriyordu, hiçbir şey anlamıyordum, ama okuyordum. Hoşuna gitti. Yarım cüz o okudu ben sürdüm, yarım cüz ben okudum o sürdü. Ama çok sürmedi, bu da bitti. Çünkü babam bir kez daha kahvehaneye dadandı, Kur’an’ı terk etti bir süreliğine.

Bahçede öğrencileriyle sohbet ederken dinledim bir gün gizlice. Diyordu ki “Ne olacağınıza karar verirseniz okul size daha kolay gelir. Kendinizi büyümüş, iyi bir meslek sahibi olmuş gibi hayal etmeye çalışın.” Hemen uygulamaya koydum dediği şeyi. Kendimi büyümüş ve gazeteci olmuş hayal ettim. Gazeteciler ne yapardı o zamanlar? Daktiloyla yazı yazarlardı. Kasabadaki halk eğitim kursuna yazılayım dedim. Babam sordu, “Ne işin varmış daktilo kursunda?” Dedim, “Ben gazeteci olacağım ya, aradan çıkartayım bunu.” La havle vela kuvvete diye sinirlenerek çıktı odadan. Anlamadım nedenini ama gittim o kursa. Sertifikamı aldıktan bir hafta sonra şehre gidip bir daktilo getirdi, bir sürü de teksir kâğıdı. Tam ben sevinirken “nihayet beni fark etti” diye… “Roman yazacağım, yazdıklarımı temize çek” dedi bana. Çok sevindim. Ama o çabuk vazgeçti. Sonra ne zaman daktilo başına geçsem “kes şu gürültüyü” diye bağırmayı huy edindi. Sadece görünmez değil, duyulmaz da olmamı istiyordu. Yanlış anlamayın, beni sevdiğini biliyordum. Hastalandığım zaman ne kadar telaşlandığını görüyordum. O yüzden hastalanıyordum sık sık. Ama bir türlü gözüne giremiyordum.

Bir gün ziyarete gelen büyük amcama öğrencilerinden bahsederken izledim babamı. Sessizce oturuyordum bir kenarda. Birinci sınıfları almıştı gene. Bazıları okumayı yeni yeni sökmeye başlamışlardı. Yaptıkları küçük hatalardan sevgiyle bahsediyordu. Babamın miyop-astigmat gözlerindeki pırıltıyı, sonra akan sevinç gözyaşını gördüm. Kavruldum kıskançlıktan. Bir kez bile benden bahsederken duymadım ki onu…

Büyük şehre geldik. Liseyi bitirdim. Üniversite sınavı. Artık isyanlardayım. Ondan beş kuruş almadan, mahalledeki bijuteriye yaptığım birkaç parça el işiyle hazırlık dergilerine abone oldum. Kimseyle konuşmuyorum artık evde. Akşam gelip uyuyorum, gece uyanıp sabaha kadar ders çalışıyorum. Sabaha karşı midemde sancılar beliriyor kıvranıyorum. Ne olduğunu anlamıyorum. Ama babama hasta olduğumu çaktırmamaya çalışıyorum. Çünkü hastalandığım zaman bir dilenciye sunar gibi sunduğu ilgisini istemiyorum artık. Bir sabah sancıya katlanamayıp ağlıyorum bağıra çağıra. Koşup geliyor. Sabahın beşi, mahallede taksi yok. Kucaklayıp hastaneye taşıyor. Yetmiyor gücü ağırlığıma. Bir dakika soluklanmak için bıraktığında bir araba çarpıyor bana. Çıldırıyor babam, arabayı dövmeye başlıyor. Bir şey yok bende, araba geri geri park etmeye çalışırken çarpmış. Gidip onu sakinleştiriyorum, birlikte hastaneye gidiyoruz. Sancının sebebinin gastrit olduğunu öğrenince rahatlıyor ve yine dönüyoruz eski düzene…

Kazanıyorum üniversiteyi. Sabahın köründe gidip alıyorum sınav gazetesini bayiden. Kocaman bir sevinçle eve geldiğimde sabah namazını kılarken buluyorum onu. Neşemi bölüyor namazdan dönüp. “Buna mı kopardın bunca şamatayı?”

İki sene daha kaldım babamın evinde. 18’imi doldurduktan birkaç hafta sonra, orta boy bir kavgayı bahane edip çıktım evden. O günden bu yana bir gece bile uyumuşluğum yok o evde. Aslında o ev de yok. Çünkü ağaçlarına, çiçeklerine, kendi elleriyle yaptığı gecekonduya dedemle birlikte kıyıp yok etti her şeyi. Aslında o ev babama dair tek şeydi…

Yılda bir kez, Ramazan Bayramı sabahı, yarım saatliğine eve gittiğimde ve birbirimizi komşu öper gibi öptükten hemen sonra soruyor: “Eeeee sen şimdi neci oldun bakayım?” Geveliyorum bir şeyler. Anlamıyor. Yazdığım tek bir yazıyı bile okuduğunu sanmıyorum. İşin kötüsü merak da etmiyor. Bir kez sitem ettiğimde “E o kadar büyüttük seni, bir de yazdığın dergiye para mı vereceğiz, gönder okuyalım” dedi. Bir müddet hiçbir şey yazamadım. Başka bir şey yaparak yaşamayı becerebilsem Allah bilir bir daha yazmayabilirdim. Beni onun büyüttüğü fikri, yaptığım her işten soğuttu beni. Ne zaman onu görsem birkaç hafta gelemiyorum kendime. Bileğimde bir zincir gibi hissediyorum varlığını. Beni ait olmadığım bir yere, kendisine doğru çekiyor. Dedim ya, babam o evdi, kendini harap etti.

Arada bir ama mutlaka hastalandığında arıyor. İyi günlerinde de geliyorumdur aklına ama muhtemelen “Hayırsızın biri çıktı, ben ne yaptım ona?” diye geçiriyordur içinden. Çünkü babaannemi de aradığında böyle yakınıyor benden. Yalnızca bir gün, kardeşlerinden birini toprağa verip cenazeye gelen yeğenlerine şöyle bir göz attıktan sonra beni bir kenara çıkıp demişti ki “Kızım kusura bakma, ben sana hiçbir şey yapamadım, kendi başına ne yaptığını da bilmiyorum.” İyi bir şey söylediğimi zannederek cevap verdim: “İyi ki yapmadın baba, bak kendi ayaklarım üzerinde duruyorum bir güzel. Bir baba kızına daha değerli ne verebilir ki?” Nihayet ağlatabilmiştim onu. Ama istemeyerek. Ben de ağladım. Ama yetmedi. Kardeşinin acısı geçer geçmez gene miyop-astigmat gözlerinin ardına saklandı.

Sık sık tekrarlardı babam, “Peygamber oğullarınızı sevin, kızlarınız kendilerini zaten sevdirirler dermiş” diye. Oğullarını sevdi mi bilmem, onları kayırdığını bilsem de. Ama bizi, kızlarını sevmekten korktuğunu biliyorum. Ne zaman işleri düzeltmeye, benim de bir babam olsun demeye kalkışsam bir yolunu bulup pişman edişini aslında “benden uzak dur” demeye çalışıyor olmasına bağlıyorum. Belki de kendimi avutuyorumdur bilmiyorum. Ama ne zaman başım sıkışsa, bir işin içinden çıkamasam kendimi olup bitenleri ona anlatırken buluyorum. İçimden tartışıyorum onunla. Biliyorum ki bir meseleyi ona anlatabilirsem herkese anlatabilirim. Çünkü beni en zor o anlar. Gene de konuşuyorum işte… Dinlemeyeceğini, bırakın dinlemeyi, duymayacağını bile bile…

Kendi çocuklarım olmadığı için onunla yüzleşecek durumda değilim. Çünkü bana diyecek ki “Senin çocuğun yok ki sen nereden bileceksin?” Der, çünkü her durumda en kestirme cevabı verecek kadar kolaycıdır. Her meseleyi, herkesle enine boyuna konuşur, her konuda fikri vardır ama iş bana, bize, kızlarına gelince değişir…

Tabii ki hatırladığım güzel bir şeyler var. Mesela Mori Kante’nin Yeke Yeke’si çıktığında şarkıyı çok sevip salonda hep birlikte tepindiğimizi, 7-8 yaşlarımdayken her hafta nehirde balık tutmaya gittiğimizi (ama elbette asla konuşmadığımızı ve ilgisini çekmek için tuttuğu balıkları gizlice nehre geri atışımı), bana aldığı kitapları ve o kitapları ben okuduktan sonra öğrencilerine, öz evlatlarına verişini (kitapların altını silinmez kalemlerle çizme ve oralarına buralarına bir şeyler yazma alışkanlığımın sebebidir), ne olursa olsun bir öğretmen olarak çocuklarına duyduğu şefkatin gözlerinden taştığı anları hatırladıkça onu affediyorum. Ama yetmiyor. Babamın miyop-astigmat gözlerine giremeyişimi affedemiyorum…